Ülke tarihinin en kitlesel başkaldırısına kendi görevlerinden kaçarak yanıt veren sol, elinde kalan bakiyeden bağımsız olarak başarısız sayılmalı. Başarısızlığın kaynağı, dünyanın ve Türkiye’nin yeni dengesinin, daha doğrusu dengesizliğinin gözden kaçırılmasıydı.
Özel bir tarihteyiz. “Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” dedirten bir pandeminin ortasında, aynı cümleyi çok önce kurdurmuş olan Gezi direnişinin 7. yıldönümünü karşılıyoruz…
Devrim dergisinde somutlanan iradenin Gezi’yi kendi doğumunda özel bir uğrak saydığı biliniyor. Bu yıldönümü vesilesiyle Gezi’nin sunduğu siyaset ve öncülük derslerini toparlamayı deneyeceğiz.
Gezi’de Sol Ne Yaptı?
Alt başlıktaki soruya ne yazık ki iç açıcı bir yanıt veremiyoruz. 7 yılın ardından yapılan bir Gezi direnişi tartışmasına da canımızı yakan bu saptamayı yaparak başlamayı anlamlı buluyoruz.
Saptamanın kaynağı son 7 yılda sol adına yaşanan güç kaybı değil. Egemen sınıfla girilen bir hesaplaşma, eldeki olanaklarla başarılı bir sınav verilse de yenilgiyle sonuçlanabilir ve yenilgi, devamında güçsüzleşmeyle sonuçlanabilir. Gezi ve sonrasında yaşanan bu değildi. Sol AKP’ye yenildiği için değil, Gezi’de darmadağın olduğu ve üzerine düşen siyasal ve örgütsel görevlerden kaçtığı için sınıfta kaldı.
Devrim’in bir önceki sayısında Leninist öncülük teorisinin temel dayanaklarını aktarırken şu ifadelere yer vermiştik:
“Varlık gerekçesi işçi sınıfı iktidarı olan öznenin kendini güçlendirmesi, sözünü bir eylem kılavuzu haline getirerek emekçilere öz gücüyle ulaştırmanın yolunu bulması gerekir.
“Ve tabii öncülük tartışmasının temel ilkelerin ötesine geçilerek içinde iktidar mücadelesi verilen ölçek bağlamında geliştirilmesi…”1Mithat Çelik, “Öncülük Sorunu Üzerine Başlangıç Notları”, Devrim, Sayı: 5, Mayıs 2020. Kaynak: https://dsosyal.com/devrim/sayi-5/onculuk-sorunu-uzerine-baslangic-notlari/
Sol adına bunların her ikisi de ciddiyetle yapılmadı. AKP iktidarına bugün hala atlatamadığı bir travma yaşatan halk hareketinin rantçılığa, diktatörlüğe, gericiliğe ve iktidarın kurucu değerlere alerjisine yönelen isyanının sosyalizmin kamuculuk, cumhuriyetçilik, laiklik ve yurtseverlik temalarına yaslanarak siyasallaştırılması için sunduğu tarihsel fırsat ve bu fırsatı kullanmakla yükümlü olan devrimci öznenin buna uygun olarak tahkim edilmesi görevi ciddiye alınmadı.
Leninizmin ayırt edici yanı, “gündelik” olana sıkışmayı reddederken bunu içinde iktidar mücadelesi verilen ülkenin koşullarına uygun düşen bir devrimci siyasal hedef (örneğin “otokrasinin yıkılması” ya da “Tüm iktidar Sovyetlere”) koyarak yapmasıdır. Ve tabii iktidar mücadelesinin öznesini devrimin ihtiyaçlarına göre kurması, tahkim etmesi ve mücadelenin gereklerine göre hazırlaması…
Ülke tarihinin en kitlesel başkaldırısına bu görevlerden kaçarak yanıt veren sol, elinde kalan bakiyeden bağımsız olarak başarısız sayılmalı. Başarısızlığın kaynağıysa, dünyanın ve Türkiye’nin yeni dengesinin, daha doğrusu dengesizliğinin gözden kaçırılmasıydı.
Kriz Dönemlerini Nasıl Okumalı?
Türkiye’nin son 7 yılına ait olgulardan ilk akla gelenleri sıralayalım: Gezi direnişi, 17-25 Aralık operasyonları, 7 Haziran seçimleri, AKP’nin barış sürecini bitirip askeri operasyonlara başlaması ve eş zamanlı olarak gerçekleşen canlı bomba saldırıları, 1 Kasım seçimleri, Rus savaş uçağının düşürülmesi, 15 Temmuz ve OHAL ilanı, Rusya’yla yeniden yakınlaşma ve Rus büyükelçisi Andrey Karlov’un bir Türk polisi tarafından vurulmasının ardından yakınlaşmanın daha da hızlanması, 16 Nisan referandumu, 24 Haziran seçimleri, 2019 yerel seçimlerinde AKP’nin İstanbul ve Ankara başta olmak üzere bir dizi önemli belediyeyi yitirmesi, İstanbul seçiminin hukuksuzca iptal edilmesi ve yinelenen seçimi CHP’nin daha büyük farkla kazanması, yerel seçimlerle eş zamanlı olarak AKP’nin içinden iki yeni parti doğması, arada Suriye ve Libya topraklarında macera arayışının sürdürülmesi, yılan hikayesine dönen S-400 alımı ve bir Trump’tan bir Putin’den şamar yiyen AKP dış politikasının Amerikan ve Rus eksenleri arasındaki şiddetli salınımı…
Tüm bunların hem aynı parti ve liderin tek başına iktidarında hem de eş zamanlı ve zikzaklar biçiminde (üç yıl bir yana dört yıl diğer yana değil) gerçekleştiği de düşünüldüğünde ortada bir “master plan” ya da öngörülebilir bir denge değil, basbayağı dengesizlik ve belirsizlik olduğu açık olsa da solda bu yeterince anlaşılmadı.
Teoride değerlendirme ölçütü, belirli bir nesnelliği tanımlama ve o nesnelliği devrimci bir doğrultuda dönüştürme çabasına kılavuz oluşturma kapasitesidir. Emperyalist-kapitalist sistemin belirli bir dönemine özgü bir teorinin mutlaklaştırılması, teori düzleminin ötesine geçip siyasette de hata yaptırabilmektedir. Apaçık belirsizlik, dengesizlik ve istikrarsızlığın ortasında esrarengiz bir denge varsayımında ısrar edilmesi, Soğuk Savaş bağlamına özgü bir teorinin mutlaklaştırılmasından kaynaklanıyordu.
Belirsizlik ve dengesizlik eğilimi, salt günümüze ya da neoliberal modele özgü olmayıp kapitalist sisteme içkindir. Lenin, “kapitalizmin en yüksek aşaması” olarak tanımladığı emperyalizmin sermayenin tekelci döneminin ürünü olduğunu saptamakta, Kautsky’nin “tüm emperyalistlerin birleştiği ultra-emperyalizm” öngörüsüne emperyalizmin dünya ekonomisinde ve haliyle tekeller arasında eşitsizlik ve çelişkileri şiddetlendireceği teziyle yanıt vermektedir.2V.İ. Lenin. 2019. Emperyalizm, çev. Levent Özübek, İstanbul: Yazılama Yayınları, s. 98-99. Burada Lenin’in farklı emperyalist bloklar arasındaki ilişkilere dair saptamasını bununla sınırlı tutmayıp farklı tekeller, sermaye grupları, sektörler ve burjuva siyasal aktörlerine ve bunların dünyaya dair öngörü ve projelerine de uzanabilen farklı düzlemlere doğru genişletmek yerinde olacaktır.
Bu noktada ileride ayrıntılandırılmak üzere yöntemsel bir paranteze ihtiyaç var. Sosyal alan, bütünüyle insan ediminin ürünü. İçinde yaşadığımız gerçeklik, sayısız failin birbirlerinden farklı rasyonalitelere dayanan sayısız ediminin bir bileşkesi olarak biçimlenmekte. Birey, grup, ekonomik birim, siyasal parti ya da başka herhangi bir biçim alabilen faillerin edimlerinin etkisi de eşit olmayıp bu faillerin gücüyle doğru orantılı. Bu tabloda kesin öngörülerde bulunmak zaten mümkün değilken kapitalist sistemde insan yaşamının temelini oluşturan ekonomik alan üretim araçlarının özel mülkiyetine, yani piyasa anarşisine dayandığı için belirsizlik daha da artmakta. Reel sosyalizm bu denklemi iki noktadan bozdu.
Birincisi, üretim araçlarının devlet mülkiyetinde olduğu ve ekonomik alanın planlama yoluyla merkezileştirildiği reel sosyalizm deneyimi, sosyal alanın en belirleyici düzlemini sadeleştirerek düzen eğiliminin güçlendiği bir gerçeklik yarattı.
İkincisi, SSCB’nin II. Dünya Savaşı’ndan zaferle çıkarak Avrupa’nın yarısını, dünyanın ise üçte birini reel sosyalizmle tanıştırması emperyalist-kapitalist sistemde kırmızı alarma yol açtı. Sermaye egemenliğinin tamamen ortadan kalkması tehlikesi karşısında sermaye fraksiyonları ve emperyalist bloklar arası çelişkilerin kontrol altına alınması ihtiyacı yakıcı hale gelince burjuva iktidarlar ipleri emperyalizmin egemen unsurunun üst aklına teslim etmekte daha gönüllü davrandılar. Kapitalist dünyada denge ve düzenin dengesizlik ve belirsizliğe ağır basması, tarihte özel bir durum olan ve esasen “sosyalizmi dondurma savaşı”3Ferhat Telli (Haz.) 1998. İdeolojilerin Dünya Savaşı Soğuk Savaş, İstanbul: YGS Yayınları içinde Yalçın Küçük, “Sosyalizmi Dondurma Savaşı”, s. 31. anlamına gelen Soğuk Savaş’ın gereği olup kapitalist sistemin doğasından değil, dışsal bir faktör olarak reel sosyalizmden kaynaklanmaktaydı.
Günümüzde ise reel sosyalizmin sürdüğü ülkeler yeni bir Soğuk Savaş’ı gerekli kılacak büyüklükte olmadığı için kapitalist sistem kendi doğasına dönmüş durumda. Buna ek olarak neoliberal döneme geçiş, kapitalist sistemin düzen eğilimini güçlendiren iç dinamiklerini de bertaraf etti. Dünya genelinde devam eden ekonomik kriz ise emek-sermaye çelişkisinin yanı sıra sistemin iç çelişkilerini derinleştiriyor, belirsizliği şiddetlendiriyor. Buna dünyanın son birkaç yılından bir dizi olguyu örnek göstermek mümkün.
Özetle, solun farklı bölmelerinin farklı ad ve içeriklerdeki “master plan” öngörüleri, esasen Soğuk Savaş bağlamında geçerli olan “emperyalist üst akıl egemenliğinde düzen” olgusunun mutlaklaştırılmasına dayanıyor. Oysa bu olgu, kapitalist sistem açısından anomaliydi. Dünyayı bu kez Türkiye’den sarsarak tekrarını kaçınılmaz kılmak için çabaladığımız bir anomali…
Kriz Dönemlerinde Ne Yapmalı?
Gezi günlerinin yaygın mottolarından biriydi: “Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak.” Türkiye halkının bu kitlesel başkaldırısının yarattığı yeni duruma solun temel doğrularına dayanan yaratıcı yanıtlar üretme ya da daha açığı, temel ilkelerin ötesine geçerek siyasallaşma biçiminde anlaşılması ilerletici olabilirdi.
Sol açısından “siyasallaşma” ve “siyasete etkin müdahale” ancak mevcut durumdan hedeflenen duruma (devrim) giden yolun daha hızlı alınması anlamına gelebilir. Oysa solda ağırlık kazanan yorum, hedefi büsbütün unutmak ve seçim sandığından çıkacak gündelik başarılara odaklanmak biçiminde oldu. AKP’nin sandıkta geriletilmesinin önemli ya da önemsiz olmasından bağımsız olarak, devrimi hedefleme iddiasındakilerin seçimlerle bu denli kafayı bozması normal karşılanmamalı.
Millet İttifakı’nın seçim taktikleri başarılı mı? CHP’nin demokrat kesimleriyle HDP’nin Türkiyelileşme çizgisindeki unsurları yakınlaşabilir mi? İYİP seçmeni milliyetçi provokasyonları yutacak mı? Saadet acaba AKP tabanından kaç dindar seçmen çalar? Şu veya bu seçim çevresinde CHP tabanından oy alırken milliyetçi İYİP seçmeninin de benimseyeceği ama Kürt seçmenin de yadırgamayacağı en kapsayıcı ve optimum aday kim olabilir? Laik olan ama dindar seçmenden oy alabilen bir aday çıkarılsa ve bu aday yolsuzluğun adını israf koymak gibi cinlikler yapıp Erdoğan’ın “17-25 Aralık darbe girişimi” söylemiyle kurduğu kutuplaşma oyununu bozsa, bir de arada namaz kılsa…
Bunlardan devrimci bir enerji çıkmadı. Umulanın aksine siyasallaşma da çıkmadı. Oysa tarih yukarıda da işaret edildiği gibi “sayısız failin birbirlerinden farklı rasyonalitelere dayanan sayısız ediminin bir bileşkesi” ise, rasyonalitesi işçi sınıfı iktidarının kurulması olan fail güçlendirilerek bu failin edimlerinin etkisinin artırılması gerekirdi. Ve tabii edimlerin de sistemin çelişkilerinin tümüne değil, onu bir devrimci krize doğru ittirme potansiyeli görece yüksek olanlarına doğru yöneltilmesi…
Halbuki seslenilen toplumsallığın en güncel beklentilerine yetişmek ve sistemin bütün çelişkilerine birden müdahale etmek gibi imkansız bir hedefle debelenmektense halkın memnuniyetsizliklerine (rantçılık, diktatörlük, gericilik ve kurucu değerlere alerji) solun tarihsel birikiminden hareketle yanıtlar üretilse ve direnişin yarattığı yeni duruma yine bu birikimden hareketle müdahaleler geliştirilseydi…
Türkiye’nin durumu bugünkünden ne derece farklı olurdu ya da sol bugünkünden çok daha güçlü olabilir miydi kestiremeyiz. Ama etkimiz bugün için yine sınırlı kalsa bile sol görevinin hakkını vermiş, Türkiye’nin bugününe ve yarınlarına daha iyi hazırlık yapmış olurdu.
Aslında denklem karmaşık değildi. Mesele “kitle hareketinin kendiliğindenliğine tapınmak” yanlışının aksine “ kitle hareketinin önümüze yeni teorik, politik, örgütsel görevler, kitle hareketi çıkmadan önce bizi tatmin edenlerden çok daha karmaşık görevler koyduğu” gerçeğinin kabulünden ve “mücadelenin her yanında, bütün görünümlerine önderlik edebilecek (…) gerektiği anda ‘doğru hareket programını dikte edebilecek’ politik önderler imal etme” görevinin kavranmasından ibaretti.4V.İ. Lenin. 2018. Ne Yapmalı, çev. Barış Zeren, İstanbul: Yazılama Yayınları, s. 54-55 ve 92.
Örgütsüz “Öncülük” Yanılsaması
Gezi Türkiye solcusunu olumsuz anlamda sarhoş etti. İş siyasal savrulmayla kalsa sorun yok. Yeni bir durumla karşılaşınca müdahale çabasına girersiniz, kimi denemeler yaparsınız, bunlar etkili ya da etkisiz, doğru ya da yanlış yönde olabilir. Yaptığınız denemeleri yeri ve zamanı gelince değerlendirir, hata varsa tespit edip gereğini yaparsınız. Ama sol Gezi’de sadece siyaseten değil, zihnen de savruldu.
Solun çekim alanında bulunmayan ve kayda değer bir örgütlenme ve mücadele deneyimi olmayan yığınların haftalarca sokaklara dökülmesi ve büyük direngenlik göstermesi olumlu bir veriydi. Bu direngenlik sola enerji katarken sokakta kararlılığını ortaya koymuş kitleler daha sürdürülebilir örgütlenme ve mücadele biçimleriyle tanıştırılarak direnişin sonraki döneme daha fazla kazanım bırakması sağlanabilmeliydi.
Siyasetle ilişkisi görece zayıf olan aynı yığınların genelinin cumhuriyetçi, aydınlanmacı ve yurtsever bir profil çizmesi ve mücadele içinde solun seslenmesine giderek daha açık hale gelmesi bir başka olumlu veriydi. Yığınların aşırı güncellik yüklü arayışlarına biçim kazandırılmalı, güncel beklentilerle solun birikimi arasında daha verimli bir ilişki kurulabilmeliydi.
Yine aynı yığınların sokak eylemleri sırasında kazandıkları siyaset ve mücadele anlayışlarının solun mevcut alışkanlıklarından epey farklı olması ise olumlu ve olumsuz yanları olan kışkırtıcı bir veriydi. Sol bu noktada tıkanınca ilk iki noktayı hepten boşladı.
Bu farklılık kimileri için direnişin genel seyrinden uzak durmanın, olağan yaşam ritmine dönebilmek adına onun bitmesini beklemenin ve sokak eylemlerini takip eden semt-mahalle forumları ve başka deneyimlere burun kıvırmanın gerekçesi haline geldi. Öncülüğün tam olarak neyin önünde durularak kazanılan bir sıfat olduğuna yanıt veremeyen bir kaçıştı bu. Yukarıda da değinilen “mücadelenin her yanında, bütün görünümlerine önderlik edebilecek (…) gerektiği anda ‘doğru hareket programını dikte edebilecek’ politik önderler imal etme”5V.İ. Lenin. 2018. Ne Yapmalı, çev. Barış Zeren, İstanbul: Yazılama Yayınları, s. 54-55 ve 92. görevini ihmalin ürünüydü.
Bunun karşısına ise “direnişçilerin arayışına yanıt verecek bir örgütlenme biçimi” arayışı konuldu. İlerletici olabilirdi, ancak “alışkın olduğumuz dar örgütlenmelerin halka çekici gelmediği” vurgularıyla sulandırıldı. Farklı düzlemlere oturan ve birbirlerini ikame edemeyecek örgütlenme biçimlerinin karşı karşıya getirilmesinden anlamlı bir sonuç çıkmadı. Oysa çözüm, dikey ve yatay örgütlenmelerin misyon ve tarzları itibariyle ayırt edilmesindeydi.
Hiyerarşisi ve işleyişi görece katı ve belirli olan dikey örgütlenme ekseni, doğası itibariyle dar olur. Mücadelenin her koşulda devamlılığının ve farklı nesnelliklerde ihtiyaç duyulan mücadele tarzına uyum sağlanmasının teminatı olan bu düzlem vazgeçilmezdir. Yatay eksenler ise dönemsel ihtiyaçlara daha fazla bağlı olup daha heterojen, amorf ve belirsizdir. Dikey eksene mesafesi de ilgili eksenin konusuna ve nesnelliğe bağlı olarak değişir. Yatay eksenlerin herhangi biri vazgeçilmez değilse de mücadelenin kitlelerle buluşturulmasında genel olarak yatay eksenlerin doğru kurgulanıp etkin biçimde işlevlendirilmesi vazgeçilmezdir.
Sorun teknik değil, zihinseldi. Kitle hareketiyle sol arasındaki mesafe, kitle hareketinin siyaset ve mücadele anlayışına bilinçli bir müdahaleyle biçim kazandırılırken solun da hareketin dinamizminden beslenmesi için değerlendirilebilirdi. Bunun yerine kitle hareketinin ortalamasına benzemek ve onun en acil talebini (AKP’nin sandıkta yenilmesi) tek öncelik haline getirmek tercih edildi. Oysa kitle hareketinin özneyi aştığı durumda kitle hareketinden kopmazken dikey ekseni de güçlendirmek, kitle hareketinin ihtiyaç duyduğu hamlelere girişmeden önce bu hamleleri öz gücünüzle yönlendirebilecek biçimde hazırlanmak gerektiği bir önceki yüzyılın başında saptanmıştı:
“Tam da ‘kitleler bizim’ olmadığı için şu anda bir ‘hücumdan’ söz etmek akıl ve mantık dışıdır, çünkü hücum düzenli birliklerin saldırısıdır, kitlesel kendiliğinden bir patlama değil. Tam da kitleler düzenli birlikleri silip süpürebileceği için düzenli birliklere ‘mükemmel sistematik bir örgütlenme kazandırma’ çalışmasına girişerek kendiliğinden kalkışmaya ‘yetişmeliyiz’, çünkü böyle bir örgütlülük kazandırmayı bir an önce başarırsak, düzenli birlikler kitlelerce silinip süpürülmeyecek, kitlelerin önünde, başında olacaktır.”6V.İ. Lenin. a.g.e., s. 173.
Somutlamak gerekirse…
Türkiye halkı Gezi direnişiyle rantçılığa, diktatörlüğe, gericiliğe ve iktidarın kurucu değerlere alerjisine itirazını ortaya koymuş ve direnişin 7. yılında bunlar daha da şiddetlenerek sürerken…
Hayat pahalılığı artarken ücretlerin yerinde saydığı, işsizliğin özellikle gençler arasında anormal düzeylere yükseldiği, ortalama yurttaşın boğazına kadar borca battığı koşullarda emekçiler mutlak yoksulluğu gitgide daha yaygın biçimde deneyimler ve açlıkla pandemi arasında kalırken…
Ve bizim yoksulluğumuz pahasına yağmaya, sömürüye devam edenler kabak gibi ortadayken yaratacağımız devrimci özne gücünü nereye yoğunlaştıracak?
Yoksulluğun kaynağını ve bizi yoksullaştıranların siyasal ayak oyunlarının gerçek anlamını ifşa edip emekçileri, gençleri dayanışma ve mücadeleye çağıran bir politik müdahaleyi örgütlemeye ve kendisini bir iktidar alternatifi olarak kurup güçlendirmeye mi?
Yoksa büyük sosyal demokrat partileri birazcık daha sola çekmeye ve birbiriyle buluşturmaya yönelik ricacılığa ve orta sınıf karakterli platformlarda vicdan rahatlatma seanslarına mı?
Gezi’nin 7. yıldönümünde ilkini yapacak devrimci özneyi yaratmak için sabır ve kararlılıkla tartışmaya, üretmeye, güç biriktirmeye devam…
Notlar:
[1] Mithat Çelik, “Öncülük Sorunu Üzerine Başlangıç Notları”, Devrim, Sayı: 5, Mayıs 2020. Kaynak: https://dsosyal.com/devrim/sayi-5/onculuk-sorunu-uzerine-baslangic-notlari/
[2] V.İ. Lenin. 2019. Emperyalizm, çev. Levent Özübek, İstanbul: Yazılama Yayınları, s. 98-99.
[3] Ferhat Telli (Haz.) 1998. İdeolojilerin Dünya Savaşı Soğuk Savaş, İstanbul: YGS Yayınları içinde Yalçın Küçük, “Sosyalizmi Dondurma Savaşı”, s. 31.
[4] V.İ. Lenin. 2018. Ne Yapmalı, çev. Barış Zeren, İstanbul: Yazılama Yayınları, s. 54-55 ve 92.
[5] V.İ. Lenin. a.g.e., s. 173.