Kürt faktörüne yönelik tüm değerlendirmeler, HDP’nin politik söylemlerini değil, ayan beyan ortada olan ve çok güçlü bir maddi zemine dayanan Amerikan etkisini merkeze koyarak yapılmalı.
Emperyalizmi ve emperyalizme karşı yurtsever görevleri, içinde siyaset yapılan bölgenin dinamiklerine değinmeden tartışmak mümkün değil. Bu yazıda bu tartışma bölgenin önemli dinamiklerinden Kürt faktörü üzerinden yapılacak. Vurgulamakta yarar var, Kürt sorunu değil, Kürt faktörü.
Arada ne fark mı var? Bunları tamamen ayrıştırmak mümkün olmasa da iki ayrı kategoriyi ifade ettiklerini saptayabiliyoruz. Kürt sorunu, ulus devlet kuruluşuna paralel olarak şekillenen Türk ulusal kimliği içinde erimeyen bir etnik kimlik olarak Kürtlüğün ayrı bir ulusal kimlik teşkil etmeye başlamasıyla baş gösteren ve kimlik, kültürel haklar ve devamında tanınma ve statü gibi boyutları bulunan bir ulusal sorun. Kürt faktörü ise bölgede dört ayrı devlete (Türkiye, Suriye, Irak ve İran) dağılan bu ulusal topluluğun varlığına ve bu ulusal topluluk adına siyaset yapan öznelere işaret ediyor.
Türkiye’de Kürt sorununun ve Kürt faktörü üzerindeki baskıların yoğunluğu ve konunun ağır insani boyutu, Kürt faktörünün bölgedeki rolünün soğukkanlılıkla tartışılmasını zorlaştırıyor. Bu yazıda, yapılamayan bu tartışmayı açmayı deneyeceğiz.
Konu Radikal Demokrasi mi?
Türkiye’de Kürt faktörünün HDP’nin politik söylemleri ve radikal demokrat paradigması üzerinden tartışılması yaygın bir durum. Tartışmayı bu zeminde yapmayı tercih edenler, radikal demokrat taleplerin sosyalistler açısından da önemli olduğuna işaret ederken radikal demokratlara da sosyalizmden ayrı bir radikal demokrasi aşaması olamayacağını, dolayısıyla geleneksel anlamda sosyalizmle diyaloğa daha açık olmaları gerektiğini telkin ediyorlar. Tartışma bu noktadan açılınca bu söylenenlere hak vermek mümkünse de tartışmanın bu noktadan açılmasına iki temel itirazımız var.
Birincisi, şayet amacımız Türkiye’de solu gerçek bir özne haline getirip sosyalizmi de bir iktidar programı olarak biçimlendirmekse siyasal alanda sosyalist olmayan kimi büyük güçlerin siyaset yaptıkları zeminleri kabullenerek burada en sosyalist yorumu geliştirme çabasına girmenin havanda su dövmek olduğu kanısındayız. Sosyalizmin başka şeylerin yanında demokrasinin de radikal bir yorumu olduğu doğru olsa da siyasal çalışmanın “demokrasinin en radikal temsilcisi olma” çabasına hapsedilmesi, verimsiz olmanın yanında solun siyasal-toplumsal kimliğini bulandırıyor. Siyasetinizi buraya sıkıştırdığınızda laikliğin yeniden kazanılması, Türkiye’nin emperyalist güçlerle siyasi, askeri ve ekonomik ilişkilerinin sonlandırılması ya da zayıflatılması ya da ekonomik mücadele gündemleri gibi solun kimliğini daha belirgin kılan mücadele başlıkları geri plana düşebiliyor. Bu konuyu burada kapatıp gelecek sayılara bırakalım.
İkincisi ve daha önemlisi, Kürt siyasal hareketinin yasal siyaset alanında benimsediği radikal demokrasi programı, Kürt faktörünün görece önemsiz bir belirleyeni ve tartışmayı bu önemsiz belirleyeni merkeze koyarak yapmak, resmin bütününü görmeyi engelliyor. Kürt siyasal hareketi tutarlı bir ideolojik çerçeveyle değil, pragmatik tercihlerle siyaset yapmayı tercih eden bir ulusal hareket. Bu nedenle Kürt faktörünü ideolojik tutumundan değil, oturduğu maddi zemin ile politik hedeflerinden hareketle tartışmak gerekmektedir.
Kürt faktörü, bölgenin dört ülkesinde üç büyük siyasal özne arasında dağılmıştır. Maddi zemini, Kürt ulusunun ve öznelerinin buralardaki varlığı ve sınırlı egemenlik alanıdır. Politik hedefini ise “devletleşme” olarak sadeleştirmekte sakınca yok. Üç büyük özne arasında bölünmüş olan Kürt ulusal varlığının tek ve bağımsız bir Kürt devleti kurma yöneliminde olduğunu söylemiyoruz, bölgede bunun işareti yok. Ancak sözü edilen öznelerin kendi egemenlik alanlarını pekiştirme ve bu egemenlik alanlarına kalıcılık ve statü kazandırma çabaları, devletleşme dinamiğine işaret ediyor. Dolayısıyla Kürt faktörünün belirleyeni, Kürt devletleşmesi ya da devletleşmeleridir. HDP’nin radikal demokrat programı dahil Kürt faktörüne dair her şey, kendi başına değil Kürt devletleşme dinamiğine referansla tartışılmalıdır. Ve tabii Kürt devletleşmesinin bölgedeki niteliği ve rolüne.
Kürt Faktörünün Bölgesel Rolü
Konumuz emperyalizmle mücadele ise Kürt faktörünü de öncelikle emperyalizmle ilişkisi bağlamında tartışmamız gerekiyor. Zaten temel belirleyeni devletleşme olan bir faktörün öncelikle bölgede hangi güçlerle yan yana hangileriyle karşı karşıya olduğuna referansla tartışılması gerektiği aşikar. Ve Kürt faktörünün emperyalizmle ilişkisine baktığımızda iç açıcı bir tablo göremiyoruz. Sovyet faktörünün ortadan kalktığı bir dünyada başka türlüsünü beklemek zor.
Ezbere konuşmuyoruz. Kürt faktörünün yakın tarihimizdeki serüveni, Sovyet varlığının ne kadar önemli bir değişken olduğunun kanıtı. Buna gerek geçmişin gerekse günümüzün önde gelen aktörlerinden bir dizi örnek vermek mümkün.
1946’nın Ocak ayında İran topraklarında Sovyet desteğiyle Mahabad Kürt Cumhuriyeti kuruluyor. Tüm çocukların okula alındığı ve kadının toplumsal hayata katılımının arttığı, üstelik Sovyet dostluğunu hiç gizlemeyen bu deneyim, Barzani ailesinin yönetimindeki İran Kürdistan Demokrat Partisi öncülüğünde gerçekleşiyor.1Celile Celil ve diğ. 1998. Kürt Siyaset Tarihi, çev. M. Aras. İstanbul: Perî Yayınları, s. 220-223 Öyle ki, Irak merkezli KDP ilerleyen dönemde Marksizm-Leninizmi resmen benimsiyor ve bölge ülkelerindeki KDP’ler de sosyalist partiler olarak biliniyor. Buna Türkiye’de 70’li yıllarda yasa dışı faaliyet gösteren Türkiye Kürdistan Demokrat Partisi de (Kürdistan Ulusal Kurtuluşçuları) dahil. Günümüzde Barzanici partilerde ilericiliğin kırıntısı yok.
Gelelim üç büyük Kürt özneden Türkiye merkezli olanına…
Kürt faktörü bölgesel rolünden hareketle analiz edilecekse, devrimcilerin bölgedeki en büyük düşmanı olarak ABD emperyalizminin tutumuna bakmakta yarar var. Türkiye’yi yakından takip eden iki ABD’li istihbaratçı Graham Fuller ve Henri Barkey’in 1998’de kaleme aldıkları Türkiye’nin Kürt Meselesi adlı kitaplarında PKK’nin ABD’ye mesafeli olmasından ve ABD’nin Irak’ta “Kürtleri Saddam’dan koruma” bahanesiyle aslında Irak’a yerleştiği ve Irak’taki Kürt güçlerini kendine tabi kıldığı 1991’de başlatılan Çekiç Güç Harekatı’na destek vermemesinden yakındıkları görülüyor:
“PKK ise Çekiç Güç Harekatı’na çok daha ihtiyatlı yaklaşmaktadır. ABD ve harekata katılan diğer Batılıların Türk hükümetiyle, bilhassa da Türk istihbaratıyla yakın işbirliği içerisinde olduklarına inanmaktadır. Örgüt ayrıca İncirlik’teki Türk-Amerikan üssünde konuşlu Uluslar arası gücün Türk ordusunun Kuzey Irak’taki PKK noktalarına saldırmasını kolaylaştırmak içi Türklere PKK kuvvetlerinin bölgede bulundukları yerler hakkında istihbarat sağlandığını da ileri sürmektedir.
“PKK, bir bütün olarak, ABD’nin kendisine karşı niyetlerine kuşkuyla yaklaşmayı sürdürmektedir. Bunun temel nedeni de PKK’nın ‘terör örgütü’ olarak ilan edilmesinde Batılı devletler arasında Washington’un başı çekmiş olmasıdır. PKK ayrıca ABD’yi Türkiye’nin güneydoğuda insan haklarını çiğnediği yönünde Avrupa’dan gelen eleştirilere karşı Türk hükümetinin korunmasında en büyük diplomatik desteği veren ülke olarak görmektedir.”2Graham E. Fuller ve Henri J. Barkey. 2011. Türkiye’nin Kürt Meselesi, çev. Hasan Kaya, İstanbul: Profil Yayıncılık, 87-88
Bu satırların yazılmasının hemen ardından gelişen süreç ise bambaşka oldu. 1999’da Abdullah Öcalan, ABD istihbaratının koordine ettiği bir uluslararası operasyonla yakalanıp – anlaşıldığı kadarıyla idam edilmeyeceği taahhüdü alınarak – Türkiye’ye teslim edildi. Ardından PKK’nin “bağımsız birleşik sosyalist Kürdistan” hedefinden resmen vazgeçtiği, Türkiye’deki silahlı gücünü Kandil’e çektiği ve Batılı ülkelerin arabuluculuk yapacakları bir siyasi süreç için pozisyon aldığı bir dönem başladı. Türkiye’de çözüm adına kayda değer bir gelişme yaşanmadıysa da PKK’nin bölgede ABD eksenine yöneldiği, devletin de ilgili dönemde PKK’nin Türkiye’deki silahlı gücünün belirgin biçimde azalmasından ve silahlı eylemlerini bir süreliğine durdurmasından hoşnut olduğu bir döneme girilmiş oldu. 2003’te ABD’nin Irak’ı işgal etmesinin ardından ise PKK, Çekiç Güç sürecindeki tutukluğunu atarak Amerikan işgalciliğiyle daha doğrudan flört etmeye başladı.
Kürt faktöründe pragmatizmin yeni bir durum olduğu sanılmamalı. Örneğin 1991 yılında Öcalan, kendisiyle yapılan bir röportajda SHP yönetimiyle gerilim yaşayan ve ileride HEP ve DEP gibi Kürt partilerine katılacak olan Kürt milletvekillerine “SHP’den hemen ayrılmayarak meseleyi orada olgunlaştırmalarını” telkin ediyor ve talep gelirse Demirel’le de görüşmelerini istiyor: “Geleneksel sol bu konularda çok katıdır ama, biz bir sınır koymuyoruz. Oldukça liberal davranmaya çalışıyoruz.”3Nezih Tavlaş, Semih İdiz, Aziz Utkan ve Sema Emiroğlu (röp.). 1992. Apo’yla Yüz Yüze, Ankara: V Yayınları, s. 24
Hatta “sınır koymak” bir yana, Öcalan kendisi Demirel’e göz kırpıyor. Aynı röportajda 1987’de 12 Eylül’ün getirdiği siyasi yasakların kaldırılmasıyla ilgili referandumda Kürt illerinde ülke ortalamasının üzerinde Evet oyuyla olumlu sonuç çıktığını, Demirel’in bu sayede siyasete dönebildiğini ve 1991 seçimlerinde de “PKK Özal’ın taarruzuna sert cevap verdiği” için ANAP’ın düştüğünü söyleyerek Demirel’e sıcak mesajlar gönderiyor.4Nezih Tavlaş vd., a.g.e. s. 18
Dahası var… Öcalan, SSCB ve yabancı ülkelerin komünist partileriyle ilişki kuramamaktan yakınıyor. Öcalan temas kurdukları SBKP’nin “TKP’den mektup getirilmesini” şart koştuğunu, ancak 80’lerin sonunda TBKP’yi yasallaştırma çabasında olan Haydar Kutlu yönetiminin Özal hükümetiyle “PKK’nin sosyalist ülkeler ve yabancı komünist partiler nezdinde tecridi karşılığında TBKP’nin yasallaşması” pazarlığı yaptığını ve bu yüzden sosyalist ülkeler ya da yabancı komünist partilerden kabul göremediklerini iddia ediyor.5Nezih Tavlaş vd., a.g.e. s. 52 Sürecin arka planına dair iddiaların doğruluğunu teyit edemeyiz ancak “SSCB ve komünist partilerle ilişki kurulamadığı” aktarımı doğru olsa gerek. Peki, bunlar Kürt faktörünün serüveninde Sovyet faktörünün önemiyle ilgili tespitimizi yanlışlar mı?
Yanlışlamadığı kanısındayız. Çünkü aradaki fark Kürt faktörünün özü ya da spesifik bir ilişkisinin değil bağlamın sonucu. Kürt siyasal hareketi dün de pragmatistti. Ancak SSCB gibi büyük bir sosyalist güç, özellikle kendi yakın coğrafyasında belirleyici olabiliyordu. PKK dahil bir dizi ulusal hareket, bu nedenle en azından resmi düzeyde Marksizm-Leninizmi benimsedi ve logosuna orak-çekiç yerleştirdi. SSCB’yle o an için ilişki kuramadıysa da bölgede onun kurduğu denklemde yer almayı hedefledi ve politikalarını da bu hedefe göre belirledi. SSCB’yle değilse de onun bölgedeki müttefikleriyle ilişki kurarak Sovyet politikasına eklemlenmeye çalıştı. PKK ve Öcalan’ın 80’li ve 90’lı yıllarda Suriye yönetimiyle kurduğu ilişkiyi ve gerek Suriye gerekse Bekaa Vadisi’ndeki varlığını böyle değerlendirmek gerekir.
Günümüzde bunlardan eser kalmadı. Kürt siyasal hareketi de odağını bir kez daha Suriye’ye kaydırdı, ancak bu kez ABD’nin yörüngesinde, onun Suriye’deki en büyük dayanağı olarak. Dolayısıyla Kürt faktörüne yönelik tüm değerlendirmeler, HDP’nin politik söylemlerini değil, ayan beyan ortada olan ve çok güçlü bir maddi zemine dayanan Amerikan etkisini merkeze koyarak yapılmalı.
Kürt Faktörüne Bel Bağlanır mı?
Deniliyor ki Kürt faktöründe Amerikan etkisi mutlak değil göreli ve kırılgan. Yine deniliyor ki, Kürt siyasal hareketinin belirli bir uğrakta ABD etkisinden uzaklaşması da mümkün. Nitekim Suriye savaşının hemen başında Rojava yönetiminin ortaya çıkışının spontane olarak gerçekleşmediği, Suriye hükümetiyle PYD arasındaki örtülü bir diplomasinin ürünü olduğu biliniyor. Bu diplomasiye Celal Talabani ve İran istihbaratının arabuluculuk ettiği de iddia edildi.6David Romano ve Mehmet Gürses (ed.). Conflict, Democratization, and the Kurds in the Middle East (New York, Palgrave Macmillan, 2014) içinde Eva Savelsberg, “The Syrian-Kurdish Movements: Obstacles Rather Than Driving Forces for Democratization”, s. 85-107, s. 98 PYD’nin Amerikan yörüngesine girmesi de savaşın somutluğunda, 2014 yılında Kobane’ye yönelik IŞİD kuşatmasının Amerikan silahları ve Peşmerge desteğiyle yenilmesi sonucunda oldu. Yakın gelecekte tekrar ters yönde bir gelişme olamaz mı? PYD’nin bir kez daha Suriye’yle yakınlaşarak ABD yörüngesinden çıkması olanaksız mı?
Elbette olanaksız değil, ancak işimiz loto oynamak değil sosyalizm için mücadele etmekse etkimizin, gücümüzün sınırını bilerek hareket etmek durumundayız. On binlerce kişilik silahlı gücüyle Suriye’nin dörtte birini kontrol eden, karmaşık bir denklemde iç çelişkileri olan bir ittifakı (Suriye Demokratik Güçleri) bir arada tutan ve ABD’yle ittifakını silah desteği ve elindeki petrol kuyularının güvenliği gibi gayet somut ve güçlü bir maddi zeminde sürdüren bir özne bizim belagatimize, iyi niyetimize, naif telkinlerimize değil kendi ajandasına ve somut çıkarlarına bakacak.7Bu satırlar yazıldığı sırada SDG’nin Amerikan petrol şirketi Delta Crescent Energy LLC’yle imzaladığı petrol anlaşması (https://bit.ly/3grv6wt) henüz kamuoyuna yansımamıştı ama SDG’nin elindeki El-Ömer petrol sahasına doğru ilerleyen Suriye destekçisi bir silahlı grubun Amerikan uçakları tarafından vurulmasının üzerinden yaklaşık iki buçuk yıl geçmişti (https://bit.ly/3gnKl9G).
O özne bunlardan hareketle günün birinde ABD’den aldığı silahları ABD’ye doğrultmaya karar verirse oturur yeniden değerlendiririz. Bu olmadığı takdirdeyse ABD’nin bölgedeki bu önemli müttefikine yönelik yaklaşımımızı Türkiye devriminin çıkarının ABD emperyalizminin ülkede ve bölgede yenilmesinden geçtiği doğrusundan hareketle belirleriz.
Notlar:
[1] Celile Celil ve diğ. 1998. Kürt Siyaset Tarihi, çev. M. Aras. İstanbul: Perî Yayınları, s. 220-223
[2] Graham E. Fuller ve Henri J. Barkey. 2011. Türkiye’nin Kürt Meselesi, çev. Hasan Kaya, İstanbul: Profil Yayıncılık, 87-88
[3] Nezih Tavlaş, Semih İdiz, Aziz Utkan ve Sema Emiroğlu (röp.). 1992. Apo’yla Yüz Yüze, Ankara: V Yayınları, s. 24
[4] Nezih Tavlaş vd., a.g.e. s. 18
[5] Nezih Tavlaş vd., a.g.e. s. 52
[6] David Romano ve Mehmet Gürses (ed.). Conflict, Democratization, and the Kurds in the Middle East (New York, Palgrave Macmillan, 2014) içinde Eva Savelsberg, “The Syrian-Kurdish Movements: Obstacles Rather Than Driving Forces for Democratization”, s. 85-107, s. 98
[7] Bu satırlar yazıldığı sırada SDG’nin Amerikan petrol şirketi Delta Crescent Energy LLC’yle imzaladığı petrol anlaşması (https://bit.ly/3grv6wt) henüz kamuoyuna yansımamıştı ama SDG’nin elindeki El-Ömer petrol sahasına doğru ilerleyen Suriye destekçisi bir silahlı grubun Amerikan uçakları tarafından vurulmasının üzerinden yaklaşık iki buçuk yıl geçmişti (https://bit.ly/3gnKl9G).