İşçi sınıfının çıkarları toplumun/ülkenin bütününün çıkarları olarak tanımlandıktan sonra sol bir yurtseverliği inşa etmek yalnızca mümkün değil aynı zamanda zorunlu bir hale geliyor. Sosyalistlerin yurtseverlik kavramı üzerinde girişeceği mücadele aynı zamanda içerisinde bulunulan ülkeye ilişkin güncel bir siyasi iddia anlamına da geliyor.
Yurtseverlik ve anti-emperyalizm kavramları Türkiye solu için uzunca bir süre tartışma konusu dahi olmadı. Sosyalist hareket Türkiye’de doğuşundan itibaren anti-emperyalistti, yurtseverlik de bu anlamda bir kimlik olarak sosyalistler tarafından net bir biçimde sahipleniliyordu. Son yıllarda ise durum biraz daha farklı. Bir yandan Kürt ulusal hareketinin kendi siyasi ajandasını sosyalist hareketin önemli kesimine benimsetmekteki başarısı bir yandan da postmodernizm soslu bir çeşit “pseudo-Marksizmin” temel olarak akademi kanalıyla yarattığı kafa karışıklığı sosyalistlerin anti-emperyalizm konusunda ve özel olarak yurtseverlik başlığında net çıkışlar yapmasını zorlaştırıyor.
Böylesi bir ortamda Marksizmin tarihsel mirasının gündelik siyasi ajandalar ekseninde çarpıtılmasının ürünü olan tuhaf anlatılara da alan açılabiliyor. Temel olarak olguları ve tezleri tarihsel bağlamından kopararak ele almaya ya da faydalı bulmadıklarını görmezden gelmeye dayalı yaklaşımlar, teoriye yönelik ilginin düştüğü bir dönemde daha da fazla alıcı bulabiliyorlar. Bu nedenle, anti-emperyalizmin ve yurtseverliğin milliyetçilik olarak eleştirilmesine ya da Kürt ulusal hareketinin ABD ile bölgesel düzlemde kurduğu ilişkilerin Lenin’in ittifaklar politikası çerçevesinde ele alınması gibi tuhaflıklara sıklıkla rastlayabiliyoruz. Amerikan sosyal bilimlerinden acemice kopyalanan “Türklük Sözleşmesi” gibi Marksizmle uzaktan yakından ilişkisi olmayan kavramlar solculuk adına sahiplenilebiliyor.
Mevcut kafa karışıklığından bir çıkış sunabilmek için öncelikle sosyalistlerin kendi bakış açılarını berraklaştırması bir gereklilik. Devrim’in sekizinci sayısındaki yazıların bir bütün olarak bu amaca katkı koyacağını düşünüyorum. Bu yazıda ise özel olarak emperyalizm ve yurtseverlik kavramlarına ilişkin bir çerçeve oluşturmaya çalışacağım.
Emperyalizm Eskide mi Kaldı?
Emperyalizm kavramından başlayacak olursak Lenin, 1916 tarihli çalışmasında emperyalizmi kapitalizmin tekelci aşaması olarak tanımlar ve bu aşamada kapitalizmin esas özelliklerinden bazılarının kendi karşıtlarına dönüşmeye başladığını söyler. Burada yer alan kendi karşıtına dönüşme vurgusu, emperyalizmin ve tekelciliğin kapitalizmin gelişimine yabancı bir olgu olmasını değil, aksine kapitalist toplumların diyalektik gelişiminin mantıksal sonuçları olması anlamını taşımaktadır. Bu süreç, yani tekellerin içerisinden çıktığı serbest rekabet üzerinde egemenlik kurması süreci aynı zamanda burjuvazinin bir sınıf olarak ve kapitalizmin bir üretim tarzı olarak gericileşmesi ile yan yana gitmektedir. Dolayısıyla, gericilik kapitalizmin emperyalizm aşamasında daha da baskın hale gelen bir özelliği olarak karşımıza çıkmaktadır.
Kavramın güncelliğine ilişkin bir değerlendirme yapabilmek adına Lenin’in daha ayrıntılı bir tanımına yer verebiliriz:
“Emperyalizm, tekellerin ve mali-sermayenin egemenliğinin ortaya çıktığı; sermaye ihracının birinci planda önem kazandığı; dünyanın uluslararası tröstler arasında paylaşımının başlamış olduğu ve dünyadaki bütün toprakların en büyük kapitalist ülkeler arasında bölüşülmesinin tamamlanmış bulunduğu bir gelişme aşamasına ulaşmış kapitalizmdir.”1Lenin, Emperyalizm: Kapitalizmin En Yüksek Aşaması, Sol Yayınları, Ankara 1992, s. 96
Bu tanımdan da anlaşılacağı üzere Lenin’e göre emperyalist aşamayı karakterize eden temel özellikler mali sermayenin etkinliği, tekelcilik, sermaye ihracı, uluslararası tekelci kapitalist birliklerin ortaya çıkışı ve büyük güçler arasında dünyanın ekonomik ve siyasi olarak paylaşılmasıdır. Lenin bunlara ek olarak emperyalizmin kendine özgü siyasi özellikleri olarak her alanda artan gericiliğin ve ulusal baskının altını çizmektedir.2A.g.e., s. 118
Bir dönem emperyalizmden bahsetmek demode olarak görülse de tükettiğimiz neredeyse tüm ürünlerin uluslararası tekeller tarafından üretildiği, Türkiye’nin de dahil olduğu birçok ülke ekonomisinin mali sermayenin risk iştahındaki değişimlerle ya da FED’in faiz kararlarıyla ciddi dalgalanmalar yaşayabildiği, birçok ülkenin uluslararası sermeye için ucuz işgücü cenneti haline geldiği, sadece bizim içerisinde bulunduğumuz coğrafyada Irak, Suriye ve Libya gibi ülkelerin emperyalist planlar çerçevesinde savaş alanı haline getirildiği günümüzde Lenin’in tanımının geçerli olduğunu düşünmek için her türlü kanıta sahibiz.
Ancak, emperyalizm kavramına yönelik reddiyeler genellikle kavramın kendisini tartışmak yerine anti-emperyalizmi milliyetçilikle eşleyerek itibarsızlaştırmaya odaklanıyor. Dolayısıyla bize göre esas tartışma, emperyalizmin bir kavram olarak güncel olup olmamasıyla bağlantılı değil, emperyalizme karşı geliştirilecek tutum ile ilgili.
Biz, anti-emperyalizmden mali sermayenin ve tekellerin egemenliğine, emperyalist merkezlerin saldırganlığına ve dünyayı ekonomik ve siyasi olarak yönlendirmesine ve bu sürecin ürünü olan gerici ve baskıcı politikalara karşı çıkışı anlıyoruz. Yine bütün bunlar kapitalizmin gelişiminin doğal bir ürünü olduğu ölçüde, tutarlı bir anti-emperyalizmin anti-kapitalist bir karakter taşıyacağını biliyoruz. Bu anlamıyla, anti-emperyalizm sadece içerisinde yaşadığımız ülkeye dışarıdan gelecek saldırılara karşı çıkmayı değil, ülkemizin de emperyalist planlarda rol almasına, Türkiye’de de yerli veya yabancı mali sermayenin ve tekellerin egemenliğine karşı olmayı ifade ediyor. Geçerken şunu da vurgulamak gerekiyor, emperyalizme karşı takınılan tutum, ittifaklar politikamızın da temel eksenlerinden birini oluşturuyor. Bu sadece emperyalistlerden bir beklentiye girmemeyi değil, böylesi beklentilerle emperyalist planlarda rol kapmaya çalışan öznelere karşı da bir mesafeyi ifade ediyor. Milliyetçilik suçlamasına neden olan temel olgu tam da bu mesafe. Eğer milliyetçiliği, “Kürt Ulusal Hareketinin pragmatik açılımlarına koşulsuz destek sunmamak” olarak tanımlamıyorsak bu suçlamayı da ciddiye almamamız gerekiyor.
Yurtseverlik ve Sol
Peki anti-emperyalizm kavramı bizim için yeterli değil mi, neden bir de yurtsever olduğumuzu vurgulama gereği duyuyoruz?
Bu soruyu yanıtlamak için yurtseverlik kavramına daha yakından bakmamız gerekiyor. Yurtseverlik anti-emperyalizmden farklı olarak daha esnek bir tanıma sahip. Bu anlamıyla, farklı tarihsel dönemlerde farklı siyasi hareketler tarafından altı değişik biçimlerde doldurularak işlevlendirilebiliyor. Bu durumun temel nedeni kavramın tarihsel olarak cumhuriyetçilik ve yurttaşlık gibi kavramlara benzer biçimde burjuva aydınlanmasının toplumun akılla ulaşılabilecek genel çıkarlara sahip olduğu varsayımının ürünü oluşu. Toplum farklı çıkarlara sahip olan sınıflardan oluştuğu ölçüde yurtseverlik kavramı da cumhuriyetçiliğe ve yurttaşlığa benzer olarak bir hegemonya mücadelesinin konusu haline geliyor.
Bu hegemonya mücadelesini olanaklı kılan temel nokta ise her ne kadar çıkarları farklı sınıflardan oluşsa da siyasal yapının bütününün genel çıkarını tanımlamanın mümkün oluşu. Bize göre bu genel çıkar ancak ve ancak işçi sınıfının tarihsel çıkarları ekseninde tanımlanabilir. Çoğunluğu oluşturduğu için değil, aynı zamanda ilerlemenin önündeki engelleri ortadan kaldırabilecek tek sınıf olduğu için.
Bahsettiğimiz tabloya ek olarak, işçi sınıfının mali sermayenin ve tekellerin uluslararası egemenliğinden, bununla bağlantılı olarak yükselen gericilik, baskı ve saldırganlıktan birinci dereceden etkileniyor oluşu emperyalizme karşı toplumun çıkarlarının korunması görevini doğrudan bizim sırtımıza yüklüyor.
Yukarıda çizmeye çalıştığımız çerçeve bir kere kurulduktan sonra, yani işçi sınıfının çıkarları toplumun/ülkenin bütününün çıkarları olarak tanımlandıktan sonra sol bir yurtseverliği inşa etmek yalnızca mümkün değil aynı zamanda zorunlu bir hale geliyor. Sosyalistlerin yurtseverlik kavramı üzerinde girişeceği mücadele aynı zamanda içerisinde bulunulan ülkeye ilişkin güncel bir siyasi iddia anlamına da geliyor. Çünkü, işçi sınıfının kendisini egemen sınıf haline getirmesi kendi çıkarlarını herkesin çıkarı olarak gösterebilmesine bağlı ve bunun önkoşulu siyasal iktidarın ele geçirilmesi.3K. Marx- F. Engels, Alman İdeolojisi, Sol Yayınları, Ankara 2008, s. 59 Bu anlamıyla, yurtseverlik kavramı üzerindeki iddia doğrudan doğruya iktidar perspektifi ile ilişki içerisinde şekillenmek durumunda. Başka bir ifadesiyle, yurtseverlik bizim için işçi sınıfının çıkarlarının toplumun/ülkenin bütününün genel çıkarları olarak sunulması ve savunulması anlamına geldiği ölçüde, sosyalizm bir ülke ölçeğinde güncel hale geldikçe bu kavram daha öne çıkmak zorunda.
Notlar:
[1] Lenin, Emperyalizm: Kapitalizmin En Yüksek Aşaması, Sol Yayınları, Ankara 1992, s. 9
[2] A.g.e., s. 118
[3] K. Marx- F. Engels, Alman İdeolojisi, Sol Yayınları, Ankara 2008, s. 59