Gülen cemaatinin yediği nanelerin kendi liderlerinin inisiyatifi ya da yabancı istihbarat kuruluşlarıyla ilişkilerin ötesinde cemaatin kendisinin aklını ve iradesini bir şeyhe ipotek etmiş bir sürü olmasından kaynaklandığı unutulmamalı.

Karşı devrim tarihimizin önemli uğraklarından birinin yıldönümündeyiz. İki karşı devrimci gücün iktidar için birbiriyle savaştığı ve sonunda kazanan gücün karşı devrimi kaldığı yerden ve hızlanarak sürdürdüğü 15 Temmuz darbe girişiminden söz ediyoruz.

15 Temmuz’a dair farklı adlandırmalar var. İktidar cephesi “15 Temmuz hain darbe girişimi” ve “15 Temmuz kalkışması” gibi adlandırmaları birbirinin yerine kullanmayı ya da kendi sokak gücünü vurgulamak adına “15 Temmuz destanı” adlandırmasını tercih edebiliyor. Muhalefet odaklarının söylemlerine baktığımızda ise OHAL ilanına atıfla “20 Temmuz sivil darbesi” ya da kavgayı AKP’nin kazanmasına atıfla “15 Temmuz darbesi yenildi, 16 Temmuz darbesi başladı” gibi söylemler öne çıkabiliyor.

Dördüncü yıldönümüne girerken alternatif bir adlandırma önermektense nesnelliği yorumsuz yansıtan “15 Temmuz darbe girişimi” deyip geçeceğiz, ancak 15 Temmuz’un ülkemizin yakın tarihinde neyi temsil ettiğinin üzerinde duracağız.

15 Temmuz’dan hareketle dolaşıma sokulan kimi kavramlar, siyasal ve toplumsal süreçlerin yeterince sağlıklı kavranamadığını gösteriyor. AKP’liler özellikle Gülen cemaatiyle ittifak halinde yürüttükleri (hani Erdoğan’ın savcısı olduğu) Ergenekon, Balyoz, askeri casusluk vb. düzmece davalar aracılığıyla yürüttüğü siyasi operasyonlarda “askeri/bürokratik vesayet-sivil/milli irade” sahte ikiliğini dillerine dolarlardı. Günümüzde 15 Temmuz’a ve ilişkili olduğu siyasi sürece dair tartışmalarda AKP’nin bu manipülasyonunun sanıldığından daha fazla kabul gördüğünü görüyoruz.

Düzmece davalar geldi geçti, sahte delillerle yıllarca tutuklu yargılanıp hüküm giydirilen sanıkların tamamı beraat etti, ilk davanın gönüllü savcısı “Kandırıldık” ve “Milli orduya kumpas kurdular” söylemleriyle savcılıktan çark etti ama davaların kurduğu yeni denge ve ideolojik tahribat baki kaldı. Sandıktan çıkanın istediğini yapabileceği, sandığın tek meşruiyet kaynağı olduğu, siyasal-toplumsal süreçlerin asker-sivil ya da totalitarizm-demokrasi ikilikleriyle anlaşılabileceği gibi safsatalar genel kabul görmeye başladı.

Safsatadan kaçınmak gerek. Sandığı, biçimsel temsili demokrasiyi tek ölçüt saymayıp Türkiye’nin yakın tarihini de darbe-demokrasi ya da asker-sivil gibi sahte ikiliklerle değil, emek-sermaye çatışması ve devrim-karşı devrim ikiliğiyle okuyarak başlanmalı. 15 Temmuz da siyasal-toplumsal mücadelede ne anlama geldiği belli olmayan ve bu özelliğiyle her niyete yenebilen muz işlevi gören “darbe” umacısına değil, Türkiye’nin karşı devrim tarihindeki yerine referansla tartışılmalı.

Tabii bunun için Aydınlanma ve Cumhuriyet mirasının kimi çevrelerce burun kıvrılan kazanımları daha fazla dikkate alınmalı. “FETÖ” adlandırmasıyla aslında bir dini cemaat olduğu gözlerden saklanmaya çalışılan Gülen cemaatinin yediği nanelerin kendi liderlerinin inisiyatifi ya da yabancı istihbarat kuruluşlarıyla ilişkilerin ötesinde cemaatin kendisinin aklını ve iradesini bir şeyhe ipotek etmiş bir sürü olmasından kaynaklandığı unutulmamalı.

Evet, “FETÖ” değil, Gülen cemaati. Terör örgütü olmadıkları için değil. Çete olmadıkları için de değil. Dini cemaat oldukları ve tüm dini cemaatler gibi beyni yıkanmış, insanlığa karşı suç işlemeye hazır hale getirilmiş meczuplardan oluştukları için.

Neyse ki ülkenin cumhuriyetçi toplumsallığı, bu konuda kendisini temsil eder görünen politik yapılardan daha bilinçli. AKP’nin defalarca yendiği halkı hala teslim alamaması da politik yapıların değil, onlardan daha ilerde olan halkın başarısı.

***

Halkın başarısı demişken, Haziran ayında AKP’nin canını sıkan iki önemli mücadele dinamiğine değinmemek olmaz. İlki avukatlar. Saray’da kulluk edecek kapı arayan Metin Feyzioğlu’nu Türkiye Barolar Birliği’nin başında tutmaya ve illerde yandaş barolar oluşturmaya yönelik düzenlemeye karşı kendi illerinden Ankara’ya yürüyen baro başkanları, halkın önemli bir kısmının da desteğini kazanarak savunmayı hedef alan saldırıya etkili bir yanıt vermiş ve iktidarın zorbalığını teşhir etmiş oldu. Polis şiddeti karşısında kararlı durarak barikatı açtıran baro başkanları, kendi illerinde baro ve adliye binaları önünde toplanarak polis şiddetini protesto eden avukatlar, baro başkanlarının sırtlarını dönerek alandan kovduğu Saray yanaşması Feyzioğlu… İlk raundun kazananı savunma oldu.

İkincisiyse gençlik. Şirketlerin pazarlama kaygısına dayanan “Z kuşağı” saçmalıklarını bir yana bırakırsak gençlerin Haziran sonlarında Erdoğan’a ders verdiğini söyleyebiliriz. Pandemi devam ederken sınavların ertelenmemesinin tek nedeninin aralarında bir adet Turizm Bakanı da bulunan otel sahiplerinin çıkarı olduğunun herkes farkında olsa da “Kral çıplak” diye bizzat kralın yüzüne söylemek önemsiz değil. Erdoğan’ın seçilmiş gençlerle video konferansını “Oy moy yok” mesajlarıyla yoruma kapattırıp yüz binlerce “dislike”a boğan (bu yazı yazılırken 374 bin olmuştu) ve Turizm Bakanı Mehmet Ersoy’un sahibi olduğu ETS’nin dijital uygulamalarını da aynı akıbete uğratan gençler, Haziran’da AKP’nin canını sıkan ikinci mücadele dinamiği oldu.

***

Geçtiğimiz ay AKP yargısı yine gazeteciliği yargılamaya kalkıştı. Libya’da yaşamını yitiren ve adı daha önce TBMM’de milletvekillerince söylenmiş MİT görevlilerinin haberlerini yapan gazeteciler, önceden bilinmeyen hiçbir istihbari bilgi ya da planı deşifre etmedikleri halde sanık sandalyesine oturtuldular. Fikir Kulüpleri Federasyonu’nun “Barışlara Mektup” çağrısıyla destek mektubu istediği Odatv Haber Müdürü Barış Terkoğlu ve tahliye edilen gazetecilere geçmiş olsun diyor, haksız yere tutuklu yargılanmaya devam eden gazetecilerin de bir an önce serbest bırakılmasını diliyoruz.

Döviz ile destek olmak için Patreon üzerinden bağış yapabilirsiniz.
Türk Lirasıyla destek olmak için Kreosus üzerinden bağış yapabilirsiniz.
Devrim dergisini dijital ya da basılı olarak edinmek, abone olmak için Shopier’daki mağazamıza göz atabilirsiniz.
Devrim
Author