Sorunların çözümünü “direniş sürecinde şu yerine bu yapılsaydı” temel mantığı üzerine kurulu analizlerle bulmak oldukça güç. Haziran ölçeğinde bir kitlesel harekete öncülük, patlamaya yol açan tepkinin kendisini gösterdiği sürecin bütününe yönelik stratejik ve bütünlüklü müdahalenin nihai adımı olarak tanımlanabilir.
Devrim’in bu sayısında Haziran Direnişi’ni merkeze alan farklı değerlendirmelere yer vermeye çalıştık. Yedi yıldır üzerine bu kadar çok değerlendirmenin yapıldığı bir konuda yeni şeyler söylemek ilk bakışta zor gibi görülebilir. Açıkçası bu sayıyı planlarken bu zorluğun biraz gözümü korkuttuğunu söyleyebilirim. Ancak yazıya yönelik hazırlık süreci bu korkumu neredeyse tümüyle ortadan kaldırdı. Bana göre, Haziran Direnişi konusundaki tartışma hala olgunlaştırılmaya açık.
Başlarken şu saptamayı yapmak gerekiyor: 2013 Haziran’ı sosyalist hareketin kendi hedefleri ile geniş kitlelerin talep ve beklentilerini çakıştırmasının mümkün olduğu bir momente işaret etmiyordu.
Açacak olursak… Haziran Direnişi’nde ortaya çıkan halk hareketinin tam potansiyeline erişmesinin yolu AKP iktidarının son bulmasıydı. Buna karşın hareket, direniş sırasında hükümeti istifaya zorlayamadığı gibi izleyen yıllardaki seçimlerde de Haziran’ın bakiyesi çeşitli nedenlerle yetersiz kaldı. Buna karşın, sosyalist hareketin öznel konumu gereği ana hedefi ancak bir eşik atlama olabilirdi. Direnişin öne çıkardığı “Hükümet istifa” sloganı ile bu hedef arasında ilişki kurmak mümkündü ancak mesele AKP’ye gerçek bir siyasal alternatif yaratma noktası ile de bağlantılıydı. Ve sosyalist hareketin mevcut gücü bu alternatifi yaratmaya uzak olduğu ölçüde geriye düzen muhalefetini daha ileri konumlar almaya zorlama seçeneği kalıyordu. Bu da baştaki sosyalist harekete eşik atlatma hedefi ile belirli çelişkiler taşıyor, hatta sosyalist siyasi hattı güncellik adına silikleştirme riskini ortaya çıkartıyordu.
Sosyalist hareketin kendi hedefleri ile geniş kitlelerin talep ve beklentileri arasında bir çakışmanın Haziran Direnişi özelinde mümkün olmadığını söyledik. Zaten böylesi bir çakışmanın devrimci bir ayaklanma dışındaki süreçlerde sağlanması beklentisi de bana kalırsa pek gerçekçi değil. Buna karşın bu ikisi arasında anlamlı bir ilişki kurulması olanaklıydı. Ancak bu ilişki Haziran sırasında değil, Haziran’a giden süreçte kurulabilirdi. 2013 Haziran’ında kendisini dışa vuran yetersizlik tam olarak buydu. Sosyalist hareketin birikmiş sorunları, kitlesel bir ayaklanmanın çarpan etkisi ile artık ertelenemez hale gelmişti.
Tam da bu birikmiş sorunlar sosyalist hareketin direniş sürecinde ters ayakta yakalanması gibi bir sonuca yol açtı. Sosyalistlerin önemli bir bölümü 2007’den itibaren yükselen AKP karşıtı tepki ile ilişki kurmamayı tercih etmişti. Bu kesimlerin direnişle ilişkisinin biçimsel bir radikalizmle sınırlı kalması bu anlamıyla şaşırtıcı değildi. Buna karşın, AKP karşıtı toplumsal kesimlerin talep ve beklentilerine yanıt üretmeye seçenler de hareketi yönlendirecek bir siyasi çerçeve geliştirme, geniş kitleleri etkileyecek bir ideolojik seslenmeyi oluşturmakta ve tüm bunları mümkün kılacak bir örgütsel müdahale kanallarını inşa etmekte yetersiz kalmışlardı. Sonuç sosyalistlerin 15 gün boyunca hareketin içerisinde, pek de bütünlük taşımayan müdahale çabalarıyla sürüklenmeleri oldu. Bu nedenle direniş, sosyalist solun hafızasında kolektif bir politik deneyimin derslerinden çok parçalı ve bireysel deneyimlerin hikayeleri ile yer edindi.
Aslında burada Haziran Direnişi özelinde tarif etmeye çalıştığımız bu sorun sosyalizm hedefi taşıyan bir devrimci öznenin farklı zamanlarda karşılaşacağı daha genel bir problematiğin tezahürü: Kitlelerin kısa vadeli talep ve beklentileri ile sosyalist hareketin işçi sınıfının tarihsel çıkarlarını temel alan uzun vadeli hedefleri arasındaki gerilim. Bu ikisi arasında bir ilişki kurulması işlemi ise siyasetin ve siyasi öncülüğün alanına giriyor. Dolayısıyla Haziran Direnişi’nde karşı karşıya kalınan tablo özel olarak öncülük alanındaki bir yetersizliğe işaret ediyor.
Yukarıda bahsettiğimiz gerilim aynı zamanda mevcut durum ile devrim hedefi arasındaki ilişkiyi kurabilecek bir stratejik yaklaşımın yokluğuna işaret ediyordu. Devrim’in bir önceki sayısında bu sorunu şu şekilde ifade etmeye çalışmıştık:
“AKP’li yıllarda halk hareketindeki yükselişin Türkiye sosyalist hareketi üzerindeki etkisi de bir dağılma, kafa karışıklığı ve yalpalama olmuştu. Kendisini en yoğun biçimde Haziran Direnişi’nde kendiliğindenliğe rota çizme becerisi gösterememenin sonrasında dışa vuran bu durum 2013 Haziran’ının çok ötesine giden bir süreçteki yetersizliklerin yansımasıydı. Ve bu yetersizlik adlı adınca kitle hareketine öncülük edebilecek bir siyasal-örgütsel-stratejik düzlem geliştirememe, bu anlamıyla mevcut durum ile devrim hedefi arasında bağlantı kuramama sorununa işaret ediyordu. Bu durum, kendiliğindenlik karşısındaki bir çaresizliği tarif ediyordu ve kendisini pragmatizm ve apolitizm şeklinde iki ayrı kanaldan dışa vuruyordu.” 1Devrim Çetinocak, “Lenin’den Türkiye’ye Devrimci Strateji”, Devrim, Sayı: 5, Mayıs 2020 Kaynak: https://dsosyal.com/devrim/sayi-5/leninden-turkiyeye-devrimci-strateji/
Tarifimizi açacak olursak… Haziran Direnişi’nde kendisini en güçlü haliyle dışa vuran sorunlar sosyalist hareketin süregelen açmazlarının ürünüydü. Dolayısıyla sorunların çözümünü “direniş sürecinde şu yerine bu yapılsaydı” temel mantığı üzerine kurulu analizlerle bulmak oldukça güç. Sosyalist hareketin böylesi bir kitlesel harekete öncülük edebilmesi, toplumsal patlamanın ortaya çıkış anında veya bundan sonra sergilenecek kıvraklıklarla çözülebilecek bir sorun değil. Aksine, Haziran ölçeğinde bir kitlesel harekete öncülük, patlamaya yol açan tepkinin kendisini gösterdiği sürecin bütününe yönelik stratejik ve bütünlüklü müdahalenin nihai adımı olarak tanımlanabilir.
Sosyalistlerin müdahalelerinin yanıt vermekte yetersiz kaldığı sürecin AKP karşısında geniş kitlelerin tepkilerinin yükseldiği 2007 sonrası dönem olduğunu yukarıda belirtmiştik. Bu dönemi karakterize eden iki temel olgu vardı. Bunlardan ilki, Türkiye siyasetinin 90’ların ikinci yarısından itibaren girdiği normalleşme yöneliminin son bulmasıydı. Bu ‘normalleşme’ dönemde hem düzen siyasetinde istikrarı tehdit ettiği varsayılan farklı uçların törpülenmiş hem de Kürt siyasi hareketine ve devrimci demokrasiye yönelik bir tasfiyeyle düzen dışı arayışlara da darbe vurulmuştu. Düzen siyasetinin aktörleri açısından bir hedef ortaklığının şekillendiğini ve farklı yönelimlerin bu ortaklık içerisinde yerleştirilebildiğini söyleyebileceğimiz bu dönemin ana çizgileri AKP iktidarının ilk yıllarındaki Avrupa Birliği’ne üyelik çabalarında da kendisini devam ettirdi. Ancak, bu başarısızlığa mahkûm bir denemeydi. Çünkü, Sovyetler Birliği’nin çözülmesi sonrasında oluşan dünya denklemi, Türkiye’nin hem dış hem de iç politikada üzerinde durduğu zeminin altından kalkmasına yol açmıştı. 90’ların ikinci yarısındaki hamle, bu kaygan zeminde yeni biri normalin yaratılması çabası anlamını taşıyordu.
Bu geçici normalleşme süreci, AB üyelik çabaların egemenler açısından beklenen sonuçları vermemesi, tek başına iktidar olmanın verdiği özgüvenle AKP’nin İslamcı ajandasını daha da belirginleştirmesinin kriz dinamiklerini tetiklemesi ve Irak Savaşı sonrasında şekillenen bölge denklemini Kürt ulusal hareketinin yeni bir hamle yapma fırsatı olarak değerlendirmesi ile beraber özellikle 2006 senesinden başlayarak sürdürülemez hale geldi. Bu ise devlet içerisinde daha çok tek taraflı ilerleyen bir iktidar mücadelesine sahne oldu ve AKP-Cemaat ittifakının politikalarını çok daha saldırgan biçimde harekete geçirerek devletin tüm mekanizmalarını ele geçirmeye başladığı sürecin başlangıcını oluşturdu. Bu kriz tablosuna, uluslararası ölçekteki 2008 ekonomik krizinin de eşlik etmesi, Türkiye siyasetinde de normale dönüşü tümüyle olanaksız hale getirdi.
Bahsedilen süreklileşmiş siyasi kriz ortamı sosyalistler için sanılanın aksine pek de ideal müdahale nesnelliğini oluşturmuyordu. Krizin süreklileşmesi kitlelerin beklenti ve taleplerinin de sürekli olarak acil bir karakter taşıması anlamına geliyordu, bu durum orta ve uzun vadeye yayılan politikaların etki kazanmasını zorlaştırıyordu. Ortada bir zorluk olsa da krizin süreklileşmesi, sosyalist hareketin müdahale için bulabileceği pencereyi de genişlettiği ölçüde zaman kazandıran bir faktördü. Ancak, Türkiye sosyalist hareketi içerisinde hareket etmeye alışık olduğu Türkiye ve dünya tablosunun değişimine yanıt vermekte güçlük yaşıyordu. Bu zorluğun altından kalkmak ancak ve ancak böylesi sürekli kriz dönemlerinde izlenecek siyasete ilişkin güçlü bir stratejinin varlığında mümkün olabilirdi. Bunun yokluğu ise iki ana eğilimi öne çıkardı. Ülkenin tekrar normaline dönmesini ve bildiği şartlarda mücadele etmeyi beklemek, ya da yeni oluşan tablonun tümüyle belirlenimine girerek sürüklenmek.
Ancak, Haziran Direnişi’ni hazırlayan süreç bir sonuç daha verdi: Siyasi gelişiminin tümünü AKP’nin iktidarda olduğu ve normalin var olmadığı bir ülkede geçiren yeni bir kadro kuşağının oluşumu. Sosyalizmin gerçek bir alternatif haline getirilmesini, siyasi krizin sürekliliğinin kendisine sunduğu pencereyi kavrama yeteneğine sahip bu kuşağın atacağı adımlar sağlayacak.
Notlar:
[1] Devrim Çetinocak, “Lenin’den Türkiye’ye Devrimci Strateji”, Devrim, Sayı: 5, Mayıs 2020 Kaynak: https://dsosyal.com/devrim/sayi-5/leninden-turkiyeye-devrimci-strateji/