Özellikle muhalefet konumundayken sosyalistlerin bir yandan maksimalist dış politika stratejilerine şüphe ve mesafe ile yaklaşması bir yandan da bölgedeki antiemperyalist ve ilerici güçlerle dayanışma halinde hareket etmesi bir zorunluluk.
Deniz yetki alanları, münhasır ekonomik bölge, kıta sahanlığı, kara suları, NAVTEX ilanı…
İyimser yaklaşırsak AKP’li yılların en azından ortalama yurttaşın sözcük dağarcığını genişlettiğini söyleyebiliriz.
Daha gerçekçi yaklaştığımızda ise çok sayıda kavramı bir anda masaya sürmenin AKP dış politikasının süreklilik sorunu ile bağlantılı olduğunu görebiliyoruz.
Yalpalayan Dış Politika
AKP iktidarı, bir dönem hiç de önemli görmediği ve kimi tavizler vermekten çekinmediği konuları bir sonraki dönem bir ölüm kalım meselesi sunabiliyor. Bu nedenle, AKP’nin AB’ye üyelik hayaliyle Kıbrıs’ta Annan Planı’nın kabulü ile başlayan ve daha sonrasında Yunanistan’ın Ege adalarını silahlandırması gibi gelişmelere ses çıkarmama ile devam eden dış politika macerası, Mavi Vatan’ın bir dış politika doktrini haline getirilmesi ile sürdürülebiliyor.
AKP’nin dış politikadaki tutarsız tavrı, Emekli Tümamiral Cem Gürdeniz’e karşı takındıkları tutumdaki değişimde de açıkça görülebiliyor. Gürdeniz, Mavi Vatan kavramını ilk ortaya atan isim ve Emekli Tümamiral Cihat Yaycı ile bu kavramın bir dış politika doktrini haline getirilmesinde kritik bir role sahip. Kavramı ilk olarak 2006 senesinde ortaya atan Gürdeniz, aradan çok fazla süre geçmeden Balyoz operasyonu kapsamında sahte delillere dayalı olarak tutuklanıyor. Gürdeniz, BBC Türkçe’ye verdiği mülakatta, bu tutuklamanın Doğu Akdeniz ve Ege’de Türkiye’nin haklarını savunması ile doğrudan ilişkili olduğunu vurguluyor. Açıkça görülebileceği gibi, AKP için bir dönem içeri atılma nedeni olan bir çizgi, bir dönem sonra devlet politikası haline getiriliyor. Üstelik değişen ittifaklara bağlı olarak vatan haini ile muteber çok hızlı yer değiştirebiliyor ve işin ilginci, konunun muhatapları da bunu hiç ses etmeden kabulleniyor.
Bu tutarsızlık hali ise beraberinde her kavgaya hazırlıksız girme sonucunu doğuruyor. Önceki yıllarda atılan ve yeni strateji ile çelişki halinde olan adımlar, yeni dönemde bir kambur haline gelebiliyor. Mavi Vatan doktrini çerçevesinde sadece Libya’nın kendi ülkesindeki hakimiyeti dahi tam olmayan ve geleceği belirsiz hükümetiyle müttefiklik kurulabilmesi bu durumun en yakın örneklerinden. Mavi Vatan kavramını ortaya atanların sıklıkla bu doktrinin hayata geçirilmesi için Suriye, Mısır ve İsrail ile diplomatik ilişkileri düzeltme gerekliliğini vurgulaması bahsettiğimiz tablonun ürünü. Ahmet Davutoğlu’nun imzasını taşıyan “Komşularla Sıfır Sorun” doktrininin ürünü olan hamleler nedeniyle epeyce bir sorun biriktirdiğimiz bölge ülkeleri ile kurulacak ilişkiler yeni dış politika anlayışı için bir kriz başlığı halini alıyor. Bu hazırlıksızlığın ve tutarsızlığın sonucu ise Yunanistan ile koşulsuz masaya oturma çizgisine geçiş.
Peki nasıl oluyor da devlet gibi “sürekliliği esas aldığı” varsayılan bir kurumu ayakta tutmak istediğini öne süren çeşitli isimler ve çevreler, AKP gibi süreksizliği esas alan bir siyasi yapı ile nasıl yan yana gelebiliyorlar?
Bu sorunun yanıtı için Cumhuriyet’in dış politikasından kopuş sürecine daha yakından bakmamız gerekiyor.
Cumhuriyet Dış Politikasından Neden Kopuldu?
Yukarıda çizmeye çalıştığımız tutarsızlık durumunu dış politika alanının görece pragmatik bir yapı taşımasına bağlamak yanlış olacaktır. Çünkü, pragmatik bir dış politika çizgisi bile iyi tarif edilmiş uzun ve orta vadeli çıkarlara dayanmak durumundadır. Değişen, bu çıkarların anlık ifadeleri ve çeşitli konjonktürlere nasıl hamlelerle tercüme edileceğidir.
AKP dönemindeki süreksizliği ortaya çıkartan temel faktör, orta ve uzun vadeli çıkarlara ilişkin süreklilik taşıyan bir tarifin olmayışı. Bu durum, dış politikanın başından itibaren kaygan bir zemine oturmasına yol açıyor. Bu durumun tek başına AKP’den kaynaklı olduğunu düşünmek ise yanlış olacaktır. Aksine, AKP’nin kendisi de ülke çıkarlarının bulanıklaştığı bir çözülme sürecinin ürünü ve uygulayıcısı olarak ortaya çıktı.
Açmaya çalışırsak… Cumhuriyet’in dış politika çizgisi olarak tanımlayabileceğimiz “Yurtta sulh, cihanda sulh” ilkesi Sovyetler Birliği’nin de var olduğu bir konjonktürün ürünüydü. Bu konjonktürün ortadan kalkması dış politikada Türkiye’yi bir boşluğa sürükledi. Özal döneminde başlayan Osmanlıcı rüyaların AKP ile yeniden gündeme taşınması da Mavi Vatan’da görülen genişlemeci yaklaşım da yeni dengeye ayak uydurma çabasının sonucu olarak ortaya çıktı.
Sovyetler Birliği’nin çözülmesinin tek etkisi uluslararası siyasal güç dengesindeki değişim de olmadı. Sosyalizm seçeneğinin güçlü olması, tek tek ülkelerin burjuvazileri için de ortak çıkar ve hedef belirlemeyi kolaylaştıran bir işlev görüyordu. Orta ve uzun vadeli düşünme yeteneği zayıf olan sermaye sınıf için Sovyetler Birliği’nin varlığı bu alanda bir istisna hali yaratıyordu. Türkiye burjuvazisi açısından da tablo farklı olmadı ve kendi iç çelişkilerini törpüleme ve bu çerçevede kendi çıkarları tarafından belirlenen bir bütünlüğü ulusun ortak çıkarı gibi gösterme yetenekleri daha da zayıf hale geldi. Bu da aslında bir anomali değil normale dönüşü ifade ediyordu. Burjuvazinin çıkarlarının halkın geniş kesimleri ile sürekli bir çelişki halinde olmasından dolayı, ulusun çıkarlarını temsil etme yeteneği hep sorunlu olmuştu, burjuvazi bu sorunu kendi iç çelişkilerini törpüleyerek yönetiyordu. Bu törpüleme ihtiyacının ortadan kalkması sorunun yönetimini de giderek güçleştirdi.
AKP döneminde, iyi belirlenmiş orta ve uzun vadeli çıkarların yokluğu iki ana başlık üzerinden doldurulmaya çalışıldı: Bölgesel yayılmacılık ve İslamcılık… Ancak bu ikili herhangi bir maddi zemine yaslanmadıkları ölçüde dış politikada tutarlılık yaratmayı sağlayamadılar. Aksine, bugün görülen yalpalamaların kaynakları arasına girdiler.
Türkiye’nin Çıkarları Bizim İçin Önemli mi?
Burjuvazinin orta ve uzun vadeli ülke çıkarı inşa etme yeteneğindeki aşınmadan bahsettik. Peki işçi sınıfı açısından Türkiye’nin çıkarları önemli mi? Eğer sosyalistlerin Türkiye’de bir iktidar perspektifinden söz etmek istiyorsak bu soruya hiç lafı dolandırmadan açıkça ‘evet’ yanıtını vermek gerekiyor. Bunun nedeni çok açık, çıkarları Türkiye halkının bütününe yabancı olanlar işçi sınıfı ve sosyalistler değil aksine burjuvazi ve gerici müttefikleri. Dolayısıyla, ulus ve ulus devlet kategorileri yok olana kadar işçi sınıfı toplumun genel çıkarını ifade ettiğini sürekli olarak vurgulamak durumunda.1Daha önceki bir yazımızda, işçi sınıfının çıkarları toplumun/ülkenin bütününün çıkarları olarak tanımlamak mümkün olduğu ölçüde sol bir yurtseverliğin de olanaklı hale geldiğini vurgulamıştık. Bkz. Devrim Çetinocak, “Anti-emperyalizm ve Yurtseverlik,” Devrim, Sayı :8, Ağustos 2020, Kaynak: https://dsosyal.com/devrim/sayi-8/anti-emperyalizm-ve-yurtseverlik/
Türkiye örneğinde ülkenin bağımsızlık ve hatta kimi uğraklarda varlık ve yokluk sorunu, modernleşme tarihinin temel problematiklerinden biri olarak sosyalistler için sürekli yanıt üretilmesi gereken bir düzlemi de ifade ediyor.2Daha ayrıntılı bir çerçeve için bu konuya odaklanan iki eski yazımızın okunması faydalı olacaktır: Tekin Özgür, “Geçmişin Yükü: Türkiye Devrimi Üzerine Notlar,” Devrim, Sayı :2, Şubat 2020, Kaynak: https://dsosyal.com/devrim/sayi-2/gecmisin-yuku-turkiye-devrimi-uzerine-notlar/ ; Devrim Çetinocak, “Sosyalist Hareket Köksüz mü?” Yeni Yazılar, Sayı: 17, Mayıs 2019
Bu anlamıyla güncel olarak Türkiye emekçi halkının Doğu Akdeniz, Ege ve Karadeniz’in zenginliklerinden bölgedeki diğer ulusların emekçileriyle birlikte pay almasını sağlayan barışçı ve anti-emperyalist politikaları savunmak bizim sorumluluklarımız arasında yer alıyor. Buna karşın, Mavi Vatan kavramı üzerinden girişilen hamlelerin sonuçları, bu çıkarların herhangi bir maddi temele dayanmayan bir İslamcı ve yayılmacı hamaset ile korunamayacağını açıkça gösteriyor. Bu durumun temel nedenlerinden biri, bölgedeki devletler arasındaki gerilimlerin yükselmesinin emperyalizmin hamle alanını ve yeteneğini arttırması. Dolayısıyla aynı anda hem İslamcı ve yayılmacı bir söylem üzerinden ilerleyip hem antiemperyalist olmak olanaklı değil. Kriz boyunca hem Yunanistan’ın hem de Türkiye’nin hamlelerinin emperyalizmin bölgedeki ağırlığının arttırılması sonucunu üretmesi bu anlamda şaşırtıcı değil.
Sosyalistlerin bugün Türkiye dış politikasında, anti-emperyalist, Türkiye’nin ve bölgedeki diğer ülkelerin bağımsızlığını esas alan ve barış yanlısı bir çizginin savunulması gerekiyor. Bu anlamıyla, özellikle muhalefet konumundayken sosyalistlerin bir yandan maksimalist dış politika stratejilerine şüphe ve mesafe ile yaklaşması bir yandan da bölgedeki antiemperyalist ve ilerici güçlerle dayanışma halinde hareket etmesi bir zorunluluk.
Notlar:
[1] Daha önceki bir yazımızda, işçi sınıfının çıkarları toplumun/ülkenin bütününün çıkarları olarak tanımlamak mümkün olduğu ölçüde sol bir yurtseverliğin de olanaklı hale geldiğini vurgulamıştık. Bkz. Devrim Çetinocak, “Anti-emperyalizm ve Yurtseverlik,” Devrim, Sayı :8, Ağustos 2020, Kaynak: https://dsosyal.com/devrim/sayi-8/anti-emperyalizm-ve-yurtseverlik/
[2] Daha ayrıntılı bir çerçeve için bu konuya odaklanan iki eski yazımızın okunması faydalı olacaktır: Tekin Özgür, “Geçmişin Yükü: Türkiye Devrimi Üzerine Notlar,” Devrim, Sayı :2, Şubat 2020, Kaynak: https://dsosyal.com/devrim/sayi-2/gecmisin-yuku-turkiye-devrimi-uzerine-notlar/ ; Devrim Çetinocak, “Sosyalist Hareket Köksüz mü?” Yeni Yazılar, Sayı: 17, Mayıs 2019