Gülen cemaatinin başını çektiği 15 Temmuz darbe girişiminin üzerinden dört yıl geçti. Darbe girişiminin ardından anayasal hak ve özgürlüklerin askıya alındığı OHAL döneminde KHK’yla işinden edilen akademisyen Dinçer Demirkent’le anayasasızlaştırma ve cumhuriyet kavramları üzerine konuştuk.

Anayasasızlaştırma kavramını kısaca tanımlayabilir misiniz?

Teknik olarak, anayasayı etkili ve geçerli bir norm olmaktan çıkarmak olarak tanımlanabilir. Dolayısıyla bunu hükümetin ya da idarenin bir anayasa kuralını ihlal etmesinden ayırt etmek gerek. Çünkü bir normun ihlal edilebilir olması aslında onun etkili ve geçerli olmasına da işaret eder. Bir hukuki düzende normlar etkili ve geçerliyse de ihlal edilebilir, bunun karşısında da hukuki mekanizmalar, önlemler vardır. Burada bambaşka bir düzeyden bahsediyoruz. Anayasaların özelliği normlar hiyerarşisinin tepesinde yer almalarıdır. Yani bütün hukuki kuralların anayasaya uygun olması gerekir. Bu nedenle de anayasaların değiştirilmesine ilişkin özel kurallara bağlanır. Örneğin Türkiye’de anayasayı değiştirme yetkisine sahip tali kurucu iktidar yetkisi, anayasa tarafından parlamento, halk ve cumhurbaşkanı arasında paylaştırılmıştır. Anayasayı değiştiren kanunlar da sonuç olarak anayasanın verdiği yetkiye dayanır. Eğer anayasa normlarını sıradan bir kanun ya da kararname ile değiştirebiliyorsanız artık anayasa en üstün norm olma niteliğini yitirir; etkili ve geçerli bir norm olmaktan çıkar.

Anayasasızlaştırma, darbe dönemlerinin pratiğidir. Darbecilerin, cuntaların aldığı ilk karar, cuntanın çıkardığı kararnamelerin ya cuntacıların kurduğu kurulların çıkardığı yasaların, bazen ağızlarından çıkan buyrukların anayasa değerinde olacağını ilan eden kararlar. Örneğin 1960 darbesini yapan Milli Birlik Komitesi’nin 1 nolu kararı bu yöndedir. 1980 faşist darbesini yapan cuntanın lideri Kenan Evren’in sözü anayasa değerindedir. Böyle dönemlerde anayasalar etkili ve geçerli normlar olmaktan çıkar. Anayasanın koyduğu ilkeler ve bu ilkeleri tamamlayan normların üstün niteliği ortadan kalkar. Artık kendini zaten kurucu iktidar olarak gören darbeci iktidarın anayasa tarafından sınırlandığını, yetkisini ondan aldığını söyleyemeyiz. Anayasasızlaştırma anayasanın ihlali değil, onun etkisiz hale getirilmesi, ortadan kaldırılması, somut hukuki düzenin değiştirilmesidir.

Bu anlamıyla anayasasızlaştırma asıl olarak siyasal bir eylemdir. Bu nedenle anayasasızlaştırma eylemini, yeni bir somut hukuki düzenin kurulması takip eder. Anayasasızlaştırma eylemi, rejim değişikliğinin altyapısını kurar. Meşruiyetini anayasadan almayan, anayasayı ortadan kaldırabileceği iddiasını taşıyan, anayasal meşruiyet bakımından gayrimeşru bir eylemdir. Darbecilerin aracıdır.

Kemal Gözler anayasasızlaştırma kavramını 82 Anayasası’nda sıklıkla yapılan değişiklikler üzerinden tanımlıyor. Bu açıdan bakınca anayasasızlaştırmada AKP iktidarının ayırt edici yanı nedir?

Burada 1982 Anayasası’nda sıklıkla yapılan değişiklikler ifadesi yanlış anlamalara yol açabilir. Gözler’in anayasasızlaştırmanın yollarından biri olarak tanımladığı, anayasal normların anayasaya uygun olarak tali kurucu iktidar tarafından değiştirilmesi değildir. Aksine anayasasızlaştırmanın yollarından biri olarak anayasanın fiili olarak değiştirilmesinden bahseder. Gözler, Fransız kamu hukukundan geçen kavramın devrimler aracılığıyla anayasasızlaştırma anlamına karşı Türkiye’de içeriden, sistemin kendi organlarından gelen bir anayasasızlaştırmadan bahsetmektedir. Makalesine Anayasa Komisyonu Başkanlığı yapmış Ahmet İyimaya’nın “anayasasız dönemi” makul, hatta bir bakıma gerekli gören sözleri ile başlar.

Fark edeceğiniz gibi Gözler ile çok benzer bir bağlamda ama nüanslar içeren bir tanım yapıyorum. Türkiye’de anayasasızlaştırma aslında yeni bir rejim yaratmanın, somut hukuki düzeni ortadan kaldırmanın aracı olarak işledi. Evet, bu bizzat anayasa tarafından yetkilendirilmiş organlarca; yasama tarafından çıkarılan anayasaya aykırı yasalarla, yürütmenin işlemleriyle, yargının kararlarıyla yapıldı. Fakat bunun açıkça yeni bir tarih ile, yeni siyasal semboller ile, yeni bir sosyal düzen ile, bu sosyal düzeni destekleyecek dinci bir eğitim sistemi ile, bunların hepsinin dayanağı olan bir iktisadi sömürü sistemi ve onun sürdürülmesinin siyasal öznesi rolünü üstlenecek bir siyasal iktidar ile irtibatı vardı. Yani anayasasızlaştırmanın bir faili vardı. Bu fail, 2010’dan itibaren kendini gösterdi. İlk aşama 12 Eylül 2010 referandumuydu. Yargı erkini Gülen çetesinin eline verme amacıyla yapılan bu anayasa değişikliği kanununun halkoylaması sürecindeki propagandası AKP ve Gülen çetesi tarafından 1982 Anayasası’nı itibarsızlaştırmak üzerine kuruluydu.

Ha diyeceksiniz ki 12 Eylül’ün faşist cuntasının anayasasının itibarı mı vardı? Bu çok gerçek bir soru. Anayasa Türkiye’nin anayasal gelişmesinin geriye gittiği, işçi sınıfının yenilgisinin üzerine kurulmuş, açıkça burjuvazinin çıkarlarını savunan ve bunu siyasal alanı, demokratik alanını olabildiğine daraltarak yapan bir siyasal düzen öngörmüştü. Temel haklar ve özgürlükler, Bülent Tanör’ün deyişiyle katmerli bir sınırlama rejimine tabiydi. Hakların kullanılması, bırakın güvence altına alınmayı, neredeyse imkansız kılınmıştı. Fakat 7 Kasım 1982’de anayasa kabul edildiğinden beri tüm demokratik güçler, ilerici toplumsal sınıflar ve bunların örgütleri bu anayasaya karşı çıktı. 90’lı yıllarda güçlenen emek mücadelesi, insan hakları mücadelesi, gençlik hareketleri anayasada kapsamlı değişiklikler yapılmasını sağladı. 2001 ve 2004 yılında yapılan değişikliklerin ardından aslında 1982 Anayasası klasik bir burjuva demokrasisi ölçülerine getirilmişti.

Bu parantezi kapattıktan sonra 2010’da anayasızlaştırma faaliyetinin başlangıcına gelmek gerek. 2007’de Erdoğan’ın Özbudun’un yönetimindeki bir komisyona hazırlattığı bir anayasa önerisi vardı. Sonra bu Erdoğan’ın isteklerini tam olarak karşılamadığı için geri çekildi. Sonrasında yeni bir anayasa gündemi oluşturulmaya başlandı. 12 Eylül 2010 kampanyası bunun en güçlü propaganda aracı olarak yürütüldü. 2011’de Meclis, kurucu irade olarak kendini kodladı ve bir anayasada mutabık olması mümkün olmayan, yeni bir anayasa hedeflemeyen bir anayasa uzlaşma komisyonu kuruldu. Bu komisyonun başkanı, 12 Eylül Anayasası’nın mülga olduğunu söyleyecek kadar ileri gitti. Ardından dönemin başbakanı Erdoğan’ın ağzından “Anayasa Mahkemesi kararını tanımıyorum”, İçişleri Bakanı Efkan Ala’nın ağzından bu anayasa gayrimeşrudur, ona uygun hareket etmek zorunda değilim gibi laflar duyuldu. Özellikle temel haklara ilişkin konular, cumhurbaşkanının görevleri ve tarafsızlığına ilişkin meseleler, devletin organları, görevleri ve kuvvetler ayrılığına ilişkin ilke ve normlar anayasal norm statüsünden fiilen çıkarıldı.

Bu anayasasızlaştırma hazırlığının gösterdiği AKP rejiminin derdinin 1982 Anayasası olmadığı, aksine 1982 Anayasası ile güvenceye alınmış sınırlı yönetim ve temel haklar ile derdi olduğunu, bizzat anayasa ile ilgili derdi olduğunu gösterdi. Anayasasız döneme giriş olarak okunabilecek bu dönemi AKP’nin anayasasızlaştırma girişimdeki ortağı olan Gülen çetesinin darbe girişimi ve onun ardından da 20 Temmuz OHAL rejimi takip etti. OHAL, anayasal statünün çok ötesine geçen keyfi bir rejimi yerleştirdi, fiili bir girişim olarak anayasasızlaştırmanın somut zemini, bu keyfi rejim içerisinde gerçekleştirilen 2017 referandurumu ile taçlandırıldı ve Türkiye’de rejim değişikliğinin altyapısı tamamlanmış oldu. Bunun zemini olan anayasasızlaştırma eylemi, bu rejimin inşa süreci için de devam ediyor.

15 Temmuz’un ardından girilen OHAL süreci, anayasal denetim ve bireysel hak ve özgürlükler bakımından günümüze de uzanan ciddi anayasa ihlallerine sahne oldu. Bu süreci anayasal meşruiyet ve cumhuriyet rejiminin gereklerine uygunluk bakımından nasıl değerlendirirsiniz?

Öncelikle şunu söylemek gerekir, 20 Temmuz 2016 rejimini kuran olağanüstü hal ilanı anayasal statünün çok ötesine geçen bir keyfi dönemin başlangıcıdır. 2017 anayasa değişikliği öncesinde Anayasa’nın 119, 120 ve 121. maddelerinde olağanüstü halin anayasal statüsü belirlenmişti (bugün 119. madde) olağanüstü halin anayasal statüsü, yürütmenin olağanüstü hal yönetimi altında neleri yapıp neleri yapamayacağı belirlenmiştir. Bunun açık bir sebebi var. Olağanüstü hal rejimleri, devletlerin olağan dönem organlarının aşamayacağı kriz dönemlerini aşabilecek yetkilere sahip geçici bir yönetim kurar. Bu klasik Roma hukukunun diktatörlük kurumunun modern dönem içinde anayasallaştırılmış halidir. Modern anayasalarda bu kurumun var olmasının nedeni, krizin keyfi ve süresiz bir yönetime yol açmasını önlemektir. Fakat 2016 Temmuz’undan 2018 Temmuzuna kadar iki yıl resmi olarak süren ve bugün OHAL’in kalıcılaştırılmasıyla devam eden süreçte, OHAL ilanının gerekçesiyle hiçbir ilgisi olmayan düzenlemeler yapılmış, temel hak ve özgürlükler kalıcı olarak, kanunlaşması mümkün olmayan geçici statüdeki KHK’lerin kalıcı hale getirilmesi ile sınırlanmış; rejim değişikliği bu dönemde yapılmış, on binlerce kişinin mahkemelere başvuru hakkı engellenmiş, medeni ölüme mahkum edilmiş, savaş dönemi de dahil olmak üzere olağanüstü hallerde anayasa ve sözleşmeler ile korunan masumiyet karinesi, suçların ve cezaların geriye yürümezliği gibi haklar askıya alınmıştır. Anayasa Mahkemesi’nin biliyorsunuz OHAL KHK’lerini denetleme yetkisi yoktur. Fakat AYM kuralsız bir rejimin önüne geçmek için OHAL döneminde çıkarılmış bir kararnamenin OHAL kararnamesi olup olmadığını, yani maddi olarak bu niteliği taşıyıp taşımadığını inceleyen bir içtihat yaratmıştı. Hem de 90’lı yıllarda. Bu dönemde AYM, kendi içtihadından tamamen dönerek anayasaya aykırı bu kararnameleri incelememiş, tamamen keyfi bir rejimin önünü açmıştır, hatta onun bir bileşeni haline gelmiştir. Ayrıca niteliği gereği geçici olması gereken OHAL tedbirleri kanunlaştırılarak kalıcı hale getirilmiştir.

Etrafında dönüp durduğumuz tartışma elbette anayasal meşruiyet ve cumhuri kurumlar tartışmasıdır. Türkiye’de yeni bir rejim kurulmak istenmektedir. Bunun özneleri, failleri vardır; bu faillerin cumhuri rejimlere karşı geliştirdikleri kurumlar, tek kişinin siyasal hakimiyetine odaklı olarak cumhuriyetin temel niteliği olan kamusal tartışmayı, demokratik çatışmayı askıya almış; devletin zor aygıtlarını meşruiyetinin tek dayanağı yapmıştır. Bu anlamıyla, evet OHAL rejimi cumhuri kurumları ortadan kaldıran geçiş sürecinin zemini, anayasasızlaşma sürecinin zirvesidir.

Bir süredir cumhuriyet kavramı ve cumhuriyetçilik üzerine yazılar yazıyorsunuz. Türkiye’de cumhuriyetçiliğin imkanları ve temel gündemleri hakkında neler söylemek istersiniz?

Cumhuriyeti bir biçim olarak görebiliriz. Machiavelli’nin çok ünlenmiş analitik ayrımında olduğu gibi: Bir devlet ya monarşidir ya cumhuriyettir. Fakat bu biçimi aynı zamanda bir içerik olarak da düşünmek zorundayız. Cumhuriyet biçimi, cumhuriyetin içeriğine ilişkin tartışma ve mücadelelerin zeminini sağlar. Çünkü cumhuriyet, cumhuriyetçiliğin esası, onun kamuya ait olmasıdır. Latince kökenindeki ifadesiyle res publica, kamusal şey. Dolayısıyla içeriğe ilişkin tartışma asıl olarak kamunun içine kimlerin dahil olacağı, kamuyu dikey kesen sınıf mücadelelerinin yatay kesen etnik hiyerarşilerin nasıl tanımlanacağı, tanınacağıdır. İşte bu cumhuriyet biçiminin anayasasını şekillendirecek olan içerik sorununa bizi götürür. Cumhuriyet, bir burjuva cumhuriyeti mi olacak, bir konsey cumhuriyeti mi olacak. Kamu sözcüğü, Türkçedeki diğer ifadesiyle herkes cumhuriyetin içinde eşit olacak mı, eğer bu cumhuriyet rejiminin tanımına içkinse herkesin içinden kimse dışlanmadan mı eşitlik tesis edilecek ya da sınıfsal, etnik, cinsiyete dayalı ayrımlara göre herkes daraltılacak mı? İşte gerçek anayasal sorular ve imkanlar bunlardır. Bu imkanları açık tutan ise biçimsel olarak cumhuriyetin varlığıdır.

Erdoğan rejiminin yaptığı cumhuriyet biçimini karşısına almaktır. Cumhuriyetin içeriğine ilişkin mücadelenin zemini olabilecek bütün demokratik prosedürler askıya alınmıştır. Belediyelere atanan kayyumlardan, cezaevlerine atılan gazetecilere, bilim insanlarına, sınıf ve meslek örgütlerine, kamusal katılımın iktisadi bir aracı olan cumhuriyetin maddi birikimine yani herkesin malı olan kamu iktisadi teşekküllerine… Bu baskı rejiminin karşısına aldığı sadece cumhuriyetin içeriğine ilişkin tartışmanın bir tarafı değildir; bizzat cumhuriyet biçiminin kendisidir. Türkiye’de cumhuriyetçiliğe imkan sağlayacak olan artık bulunduğu yer, içerik tartışmasındaki konumu ne olursa olsun cumhuriyet biçimini savunmaktır.

Döviz ile destek olmak için Patreon üzerinden bağış yapabilirsiniz.
Türk Lirasıyla destek olmak için Kreosus üzerinden bağış yapabilirsiniz.
Devrim dergisini dijital ya da basılı olarak edinmek, abone olmak için Shopier’daki mağazamıza göz atabilirsiniz.
Dsosyal
Author