İktisadi kavramlar üzerine söyleşi dizimizin bugünkü konuğu Cüneyt Akman. Bugünkü söyleşimizde Akman’la enflasyon kavramı, yüksek enflasyonun nedenleri, faiz-enflasyon ilişkisi ve Türkiye’deki enflasyon artışının gerekçeleri üzerine konuştuk.1Söyleşi serimizin önceki bölümlerini Anıl Aba ile “Asgari Ücret” ve Ali Rıza Güngen ile “Faiz” başlıklarında gerçekleştirmiştik.

Enflasyon tam olarak ne demektir? Ülke emekçileri açısından enflasyonun son aylardaki hızlı artışının yakın ve uzun vadeli olası sonuçları nelerdir?

Enflasyon kelime anlamıyla “şişme” demektir. Araba lastiğinin hava ile şişirilmesi mesela İngilizcede “to inflate” fiiliyle anlatılır. Bu şekilde şişen pek çok şey olabilir. Bizim burada kast ettiğimiz fiyatların şişmesi, yani fiyat enflasyonudur. Fakat herhangi bir malın belli bir zaman aralığında artması enflasyon sayılmaz. “Enflasyon” dediğimizde fiyatların genel seviyesinin arttığını söylemiş oluruz. Fiyatlar genel seviyesinin arttığını söylemek ise ne bütün fiyatların arttığını ne de bütün fiyatların aynı oranda arttığını söylemektir. Üstelik teknik olarak enflasyon tarifine girse bile, bütün fiyatların bir seferlik artışını da en azından bizim ülkemizdeki ve diğer birçok ülkedeki enflasyonu tarif etmek için kullanmak yanlış olur.

Böylece enflasyon, fiyatlar genel seviyesini ölçen bir endeks seviyesinin (bu endeks mesela tüketici fiyatlarını ya da üretici/toptan fiyatları ölçen endeksler olabilir) artışıdır.

Ya da daha iyi bir tarifle enflasyon, fiyatlar genel seviyesindeki belli bir devamlılık gösteren ve ama düzensiz bir artıştır.

Öyleyse enflasyon dediğimizde bazı mal ve hizmet fiyatlarındaki, diğer mal ve hizmetlerin fiyatlarına kıyasla olan bir fiyat artışını kastetmiyoruz. Öyle bir fiyat artışı, parasal olmayan nispî fiyatlardaki (bir malın başka bir mal cinsinden fiyatı; mesela 10 deri kemer= 1 ayakkabı gibi) artışla da mümkündür.

Kastettiğimiz şey, endeksimizdeki malların çoğunluğunun genel sayılabilecek bir artış eğiliminde olmasıdır. Öyleyse bu artış malın mala karşı bir artışı değildir. Peki nedir? Genel olarak malların paraya karşı değerinin artmasıdır. Parasal fiyatların mallara ve hizmetlere karşı artış göstermesi, o paranın (mesela Türk lirası) değerinin mallara karşı düşmesi demektir.

Demek ki bahsettiğimiz parasal fiyatlardaki şişmedir.

Basit bir dış şok ile de parasal fiyatlar artabilir; mesela petrol fiyatları arızî bir nedenle artabilir. Basra Körfezi’nde bir tanker batmış, petrol taşıma trafiği geçici olarak aksamışsa petrol fiyatları birkaç hafta yükselebilir ve bu da maliyetleri arttırarak “maliyet enflasyonu”na neden olabilir. Ancak dünyada ve Türkiye’de enflasyon dediğimizde asıl anlamamız gereken bu da değildir; çünkü onlarca yıl hâttâ daha da uzun zamandan beri süregelen bir genel parasal fiyat artışından bahsediyoruz. Demek ki bahsettiğimiz enflasyon da bu tür geçici ve arızî bir şey değildir.

Yine bu genel fiyat artışı “genel” olmakla birlikte tekdüzenlilik içinde de değildir. Bazı fiyatlar daha az, bazıları daha çok artar, nadiren de olsa bazı fiyatlar hâttâ artmayabilir. Yani kastettiğimiz genel fiyat artışı düzensiz ve bu nedenle nispî fiyat seviyelerini (bir malın başka mala karşı fiyatı) bozar.

Demek ki fiyat enflasyonu deyince anlamamız gereken şudur: Parasal fiyatlar genel seviyesini ölçen mal sepeti endekslerinin nispeten devamlı ve ama düzensiz bir yükselişi.

Söz konusu artışın gerçek nedenleri nelerdir? Faiz ile enflasyon arasında Tayyip Erdoğan’ın iddia ettiği gibi bir nedensellik ilişkisi var mı?

Fiyatlar kapitalist “serbest” piyasa ekonomilerinde – devletin savaş ve kriz gibi istisnai dönemlerde fiyat dondurma vb. türü müdahalelerini şimdilik dışarıda tutarsak – arz ve talep ile belirlenir.

Bir mala karşı olan talep diğer mallara kıyasla artarsa, arzının sabit kaldığını varsayarsak fiyatı da diğer mallara karşı artar. Aynı şekilde talebi sabitken şu veya bu nedenle arzı düşerse de bu sonuç meydana gelir. Ancak bu bizim yukarıdaki enflasyon tanımımızın gereklerini karşılamaz. Çünkü sadece o malın ve belki bazı ilgili malların fiyatı artmış olur; genel bir fiyat artışı ortaya çıkmaz.

Demek ki enflasyondan bahsetmemiz için istisnalar hariç hemen hemen bütün mallara karşı olan talebin artmış olması gerekir. Bir ülkede ekonomik büyüme ve bu nedenle genele az çok yayılmış gelir artışı yaşanıyorsa (yani olası bir gelir dağılımı bozukluğunun yaratacağı etkiyi şimdilik hariç tutarsak) hemen hemen bütün mal ve hizmetlere karşı bir talep artışı vuku bulur. Fakat bu durumda bile enflasyon olmayabilir. Çünkü genele yayılmış bir ekonomik büyüme, hemen hemen bütün mal ve hizmetlerde üretimin de artmış olmasını gerektirir.

O zaman enflasyon için gereken şey, geneldeki satın alma gücü artış seviyesinin mal ve hizmet üretimi artışının üstünde olmasıdır. Bazen üretimde kapasite sorunları gibi nedenlerle talepteki artış hızına, arz ancak gecikmeli olarak yetişebiliyorsa böyle bir durum meydana gelebilir ama bu da süreklilik arz etmez. Bir süre sonra arz artışı nedeniyle enflasyon düşer.

Peki bizim gibi bir ülkede enflasyon neden sürekli olarak devam eder?

Demek ki mal ve hizmetlerin paraya kıyasla talebinin daima fazla olmasının farklı bir sebebi olmalı. İşte o neden ancak, üretimde karşılığı olmayan bir alım gücünün sürekli olarak yaratılması olabilir.

Ana akım iktisat bunu devletin ya da merkez bankalarının, politikacıların baskısıyla sorumsuzca para basması/para yaratması ile açıklar. Çare olarak da merkez bankalarının bağımsız olmaları ve böylece politikacıların siyasi emelleri için gevşek bir para politikası yaratmalarının önüne geçilmesi imkanını gösterir.

Merkez bankaları para politikasının dizginlerini sıkmak veya gevşetmeyi, şimdilerde bankalara borç verdikleri paranın faizi (politika faizi) ile yapmaya çalışır. Çeşitli kanallar ile bu kısa vadeli faizin para piyasasındaki diğer kısa vadeli faizleri ve giderek de bütün piyasalardaki uzun vadeli piyasaları aynı doğrultuda hareket ettireceğini umarlar. Ne var ki, bu her zaman mümkün olmayabilir. Yine de çoğu kere merkez bankasının politika faiz oranı yükselirse, bu artış uygun şartlar altında piyasalardaki diğer faizleri arttırır ve ekonomik birimlerin (belli bir kâr oranı veri alınırsa) daha pahalı olduğu için daha az borçlanmalarına neden olur şeklinde akıl yürütmek genellikle çok yanlış olmaz.

Piyasada bugün “para” dediğimiz şeyin büyük çoğunluğu merkez bankasının bastığı banknotlar veya Hazine darphanesinin bastığı madeni paralardan değil de bankaların yarattığı mevduatlardan oluşur.  Bu gerçeği göz önüne alırsak, yaratılan “karşılıksız” para ya da likidite veyahut alım gücünün (bunların hepsi benzer ama farklı kategoriler olsa da bir anlığına aynı gibi düşünürsek) yaratılmasından ne sadece merkez bankaları ne de devletin sorumlu olduğunu fark ederiz. Hâttâ öyle olduğunda bile, bunun sebebinin sadece siyasilerin seçim hesaplarından ibaret olmadığı kolayca gösterilebilir.

Kapitalist bir ekonomi dalgalı niteliğiyle göze çarpar. Ekonomi artan veya azalan kâr oranlarının yarattığı aşırı iyimserlik ve kötümserlik içeren “ruh halleri” içinde, sinüs dalgalarına benzeyen bir şekilde iş konjontürleri ya da çevrimleriyle hareket eder. İyimserlik arttığında piyasa biribirine daha çok kredi açar. Ortalıkta senetler, çekler daha çok dolaşır, bankalar bunları teminat alarak ya da başka teminatlarla (gayrimenkul veya hazine bonosu) daha çok kredi verir. Başlangıçta bir önceki kötümser konjonktür nedeniyle faizler düşüktür. Sonrasında bir miktar yükselse de artan kâr hadleri ve kârların daha da artacağı beklentisine göre faizler bir süre daha hâlâ düşük sayılır. Böylece kolaylıkla verilen/alınan kredilerle piyasadaki para ve para benzeri likiditenin miktarı artar ve fiyatlar genel itibarıyle yükselmeye başlar.

Görüldüğü gibi enflasyonun ortaya çıkması için ille de merkez bankası veya Hazine’ye gerek yoktur.

Fakat daima sürüp gitmesi için genellikle vardır.

Kapitalist ekonomi sıklıkla bu iş çevrimlerinin krizlere dönüştüğü ve bu krizlerin ardından uzun süreli bunalımlara sıkıştığı dönemlerle de betimlenebilir. Hazine ve onun bankası olan merkez bankaları, kapitalist ekonominin ve elbette ki egemenlerin siyasi gücünün sırf bu nedenle tehdit altına girmemesi için müdahale eder.

Devletin bu müdahaleleri sadece kriz zamanları değil, olası bir daralmayı önlemek için “normal” zamanlarda da belki daha ılımlı ama daima sürer.

Özetle enflasyonist döngü çoğu kere piyasadaki ekonomik aktörlerin, ya da daha doğrudan söyleyecek olursak burjuvazinin, gerek kendi eliyle doğrudan, gerekse de devlet üzerindeki etkisi ile dolayımlı olarak yarattığı bir şeydir.

Bazen de devlet, burjuvazi lehine verdiği açık bütçe ve borçlanma politikası yüzünden karşılıksız para yaratmaya zorlanır. Genellikle sebebi, tekelci sermayeye verilen devlet teşvikleri, büyük şirketlerden alınmayan, affedilen vergiler, girilen emperyalist savaşların masrafları veya halkı kontrol amaçlı yaratılan polis, asker ve sair bürokratik mekanizmanın aşırı maliyetidir.

Dünyada büyük enflasyonist dönemler, hatırlayacak olursak, üretim ve finans yapısının yetersiz ama burjuva merkezî devletin ve bugün bildiğimiz piyasa düzeninin yaratıldığı 16. yüzyıl yahut da emperyalist savaş dönemleri olan 1930-40’lar gibi dönemlerdi. Bu dönemler enflasyonun saklanan sebebini çok kolay görebileceğimiz dönemlerdi.

Günümüz Türkiye’sinde de enflasyonun sebebi, burjuvazinin elindeki bankacılık sistemi ve devletin, elbirliği içinde, ekonomide yeterince yaratılamayan gerçek artı değer yerine karşılıksız alım gücü ve kredi sayesinde kapitalist ekonomik ve siyasi rejimin sürekliliğini sağlamaktır. Bunu sağlamak az da olsa halka da bir şeyler vermeyi gerektirdiğinden, halktan çalınanın bir kısmının ona iadesi sayılabilecek yardımlar bile sanki enflasyonun asıl sebebi bu yardımlarmış gibi gösterilerek “popülist” önlemler sıfatıyla kötülenir.

Türkiye’de enflasyonun sebebi, AKP’nin rejim değiştirmek amaçlı iç ve dış manipülasyon ve maceraları ile, gerçek katma değer/artı değer üretmeyen ve biraz da bu sebeple yeterince döviz kazanamayan bir ekonomik yapının (rant ekonomisi); ötesi buna dayalı siyasi/sınıf egemenliğinin ayakta durması için devletin de finans sistemiyle birlikte karşılıksız kaynaklarla suni alım gücü yaratmasıdır.

Özetle son dönem enflasyonunun aslî sebebi, büyük ölçüde kurulan istibdat ara rejimi ve halen kurulmaya çalışılan dinci-faşizan “yeni” düzendir.

Böylece faizin kapitalist ekonomide ve Türkiye’deki rolü hakkında kısaca bir şeyler söylemiş olduk.

Tayyip Erdoğan’ın faizin enflasyonun sebebi olduğuna ilişkin savına gelirsek…

Bunun gerisinde iki iddia var.

İlki, faizin yüksek olmasının, bir üretim maliyeti unsuru olması hasebiyle ürünün fiyatını artırması ve enflasyona sebep olması iddiası…

Yukarıda ilk sorunuza verdiğim cevapta görüldüğü üzere tek seferlik bir maliyet artışı aşağı yukarı tek seferlik bir maliyet artışına sebep olacağı için bizim konumuz olan süreğen bir enflasyonun sebebi olamaz. Üstelik faiz sıradan bir üretim maliyeti değildir. Faizin artışı kolay yaratılan ve karşılıksız “para” yaratmanın temelini oluşturan ticari kredileri azaltacağından enflasyonu bir dereceye kadar frenler bile.

Bu tez sadece bizdeki Erbakan gibi daha doktriner ya da Erdoğan gibi pragmatist İslamcılara özgü değildir. Sömürünün kaynağını artı değerin üretim sürecinde değil de değişimde veya finansta göstermeye çalışan küçük ve orta burjuvaziye dayanan çeşitli düşünceler bunu öne sürmüşlerdir. Kaynağı da İslam değil, Avrupa’da geçen asırdaki bazı küçük burjuva sosyalistleri yahut reformcu Katolik partileriydi.

Erdoğan’ın ikinci iddiası ise yine yukarıda bahsettiğimiz şekilde faizlerin kredi kanalıyla üretimi özendirmesi veya kısıtlaması yoluyla enflasyonu etkilemesinden kalkar. Bu muhakemede, faizler düşürülecek olursa yaratılan kolay kredi ile üretimin artacağı ve bu yolla arz artacağı için fiyatlar genel seviyesinin de düşeceği varsayılır. Bu bakımdan neoklasik akademik iktisat ile aslında aynı mantığı paylaşır; sadece onu ters yüz edip kullanır.

Eğer ülke bir deflasyonist sürece kısılı kalmış, mal ve hizmet üretimi üretim kapasitesinin çok altında takılmış ise bu yöntem – ana akım iktisadın da ileri sürdüğü üzere – bir çıkış harekatı için faydalı olabilir. Fakat zaten enflasyonist bir ortamdaysanız ve kapasite oranları uzun dönem trendi civarında ise, faiz indirimi tersine, durumu daha da kötüleştirir.

Ötesi devletin ve merkez bankasının faiz indirme gayretleri böyle durumlarda, yatırımları asıl etkileyecek olan uzun vadeli faiz oranlarını düşürmeye de yetmeyebilir. Bugünlerde bu durum zaten gözle görülüyor. 400 puanlık politika faizi indirimine rağmen kısa vadeli faizler hemen hemen yerinde sayıyor, üstelik hem uzun vadeli faizler hem de enflasyon arttı. Fazladan döviz kuru da – beklendiği üzere – çığrından çıktı ve hükümet daha önce de yaptığı gibi bir çeşit (kura endeksli değişken türde bir) gizli faiz artışı ilan etmek zorunda kaldı. Buna propaganda makineleri yoluyla “faiz değil hibe” deseler de olan budur.

Erdoğan rejiminin Eylül ayından bu yana giriştiği faiz indirme operasyonunun ise burjuva düzeninin genel gereklerinden öte kendi rejimi için hayati önemi haiz bir operasyon olduğunu, amacının hiç değilse gelecek genel seçimlere kadar kendi “saadet zinciri ekonomisi”nin patlamasını önleme ve oylarındaki erimeyi suni bir refah görünümü yaratarak durdurma operasyonu olduğunu burada belirtmek gerekir. Bu operasyonun kendi rejimi açısından gerekli ama hem halk için zararlı hem de hâttâ burjuvazi için bile artık tehlike arz etmeye başlayan bir süreç olduğunu söylemek yanlış olmaz. Elbette bunun da siyasi sonuçlarını görmekteyiz.

TÜİK’in açıkladığı enflasyon rakamlarına zaman zaman çeşitli eleştiriler getiriliyor. Bu eleştiriler genellikle TÜİK’in kullandığı tüketici sepeti oranlarının ülke koşullarına uygun olmamasına dikkat çekiyor. Tüketici sepetinde yer alan oranlar hakkında siz ne söylemek istersiniz?

TÜİK tüketici (TÜFE) ve toptan (ÜFE) fiyatlar yanında bunların çeşitli alt endekslerini de hesaplıyor. Sorunuzda bizi daha çok TÜİK’in TÜFE endeksi ilgilendiriyor.

TÜFE endeksinin içeriğindeki mal sepetindeki ağırlıklar (malların oranları), zaman zaman eleştiri konusu olur. İşte pinpon topunun endekste yer alması gibi… Endekse dâhil olan malların seçimi ve bunların ağırlıklarının belirlenmesinin fiyatları düşük göstermek için kullanıldığı da yine zaman zaman öne sürülür. Buna ilişkin bazen ikna edici örnekler de verilebiliyor; ancak asıl meseleyi bu hususun oluşturduğunu söylemek zor.

TÜİK’in bazen mesela pandemi dönemi gibi dönemlerde değişen mal talebine uygun olarak, endeksteki mal sepetini doğru oluşturmadığı ya da bunda geciktiği de öne sürülüyor. Eleştirilerde haklılık payı olabilir ama asıl sorun bu da değil.

Son zamanlarda “kalite düzeltmesi” diyerek bazı fiyatları (örneğin otomotiv fiyatlarını) düşük gösterdiği de ortaya kondu. Kişisel kanaatim çeşitli bağımsız araştırmaların ve enflasyon ölçümlerinin TÜİK’in tüketici enflasyonunu bilerek yanlış ölçtüğünü gösterdiğini, ancak bunun mal sepetindeki oynamaların ötesinde çok daha kaba yöntemlerle yapılmaya başlandığı yönünde.

Yani daha mal fiyatlarının nerelerden toplanmaya başlandığından tutun son dakikada rakamlara yapılan müdahaleler gibi… Elbette yanılıyor olabilirim. Ancak TÜİK’in bu gibi eleştirilere karşı bağımsız uzmanlara kapılarını açıp onları ikna etmek yerine genel geçer açıklamalarla yetinmesi, daha doğrusu bununla bile yetinmeyip bağımsız enflasyon ölçümü yapanları mahkemeye vererek susturmaya çalışması herhalde neler olup bittiği hakkında önemli bir karinedir.

Son olarak emekçi halkın enflasyonunu ölçmek için TÜİK’in genel TÜFE endeksi her şeyi doğru ağırlıklandırmış ve ölçmüş olsaydı bile yine de uygun olmazdı. Çünkü bu endeks vatandaşların ortalama yapısına göre oluşturulmuş bir endekstir. Dünyanın her yerinde de böyledir. İçinde Güler Sabancı’nın da tüketim talebi vardır, o holdingde çalışan tekstil işçisinin de. TÜFE bunların ağırlıklı ortalamasını alır. Halbuki ücret artışlarına temel olması gereken bir endeks emekçi halkın tüketim talebine göre oluşturulmuş mal sepeti ve bunların o talebe göre ağırlıklandırıldığı bir “yaşam koşulları endeksi” olmalıdır. Bu endeksin yokluğu yüzünden TÜİK’in yaptığı öne sürülen fiyat manipülasyonu mevcut olmasaydı bile TÜFE endeksi emekçi halkın enflasyonunu gerçekte olduğundan farklı ve genelde daha düşük gösterirdi ve göstermektedir.

Bu durum şu pandemi yıllarında TÜFE’nin bir gösterge olarak güvenilirliğine eskiden olduğundan çok daha fazla zarar vermektedir. Pandemi sırasında özellikle temel gıda maddelerinin fiyatı tüm dünyada ve ülkemizde, pandemi nedeniyle yaşanan üretim ve lojistik aksaklıklar yüzünden fazlasıyla arttı. Ayrıca seyahat ve eğlence gibi masrafların kısılıp temel gıda ve giyim, ısınma gibi masrafların artması yüzünden, ölçülen ÜFE ile emekçilerin -nedense bir türlü ölçülmeyen- ÜFE’si arasında fark da daha fazla açıldı.

Notlar:

[1] Söyleşi serimizin önceki bölümlerini Anıl Aba ile “Asgari Ücret” (https://devri.me/prkjx) ve Ali Rıza Güngen ile “Faiz” başlıklarında gerçekleştirmiştik (https://devri.me/3mqnh).

Dsosyal
Author