Türkiye’de bulunan düzensiz göçmenleri, mülteci ve sığınmacıları konu alan tartışmalar bir süredir siyasette önemli bir ağırlığa sahip. Üstelik, bu tartışmanın halkta bulduğu karşılığı tek başına Ümit Özdağ merkezli kampanyaya indirgeyerek kavramak da doğru değil. Ortada gerçek bir düzensiz göç sorunu, bu sorunun sonuçlarından etkilenen halk kesimleri var. Bu soruna yanıt üretmek, sosyalistler dahil olmak üzere ülkede iktidar iddiası olan tüm aktörler için bir sorumluluk.

Dolayısıyla, meseleyi göçmen karşıtlığı sorununa indirgeyen yaklaşımlar, düzensiz göç olgusunun boyutlarını görmezden geldiği ölçüde solu da etkisizliğe ve apolitizme mahkûm ediyor.

Türkiye’deki sosyalistlerin göçmen sorununa yönelik tepkilerinin ortalamasına bakıldığında da siyasetsizlik ve etkisizlik sarmalına kapılma tehlikesinin büyüklüğü anlaşılabilir. Bu tabloya yol açan sorunların ilki ve en büyüğü, sosyalistler açısından iktidar hedefinin silikleşmesi. İktidar hedefi unutuldukça siyasal taraflaştırma ve politika üretme görevleri ihmal ediliyor, tamamen “etik” ve “insani” bir söylemsel zemine sıkışmak kaçınılmaz hale geliyor.

İkinci ve yazımızın başlığına taşıdığımız sorun ise Batı’daki sol ve ilerici hareketlerin mevcut göçmen politikalarının bir evrensel standart olarak görülerek referans alınması.

Mesele göçmen sorunu ve aşırı sağ yükseliş olduğu ölçüde, bu politika ithali iki açıdan sorunlu. İlk olarak, Türkiye’deki sorunun hem ölçeği hem de niteliği anlamında taşıdığı çarpıcı farklılıkların görmezden gelinmesi. İkinci olarak, ithal edilmeye çalışılan politikaların bırakalım aşırı sağ yükselişe karşı bir başarıya sahip olmayı, aksine tam da bu yükselişin önünü açan bir niteliğe sahip olması.

İlk meseleden başlayalım…

Türkiye dünyanın en büyük sığınmacı ve mülteci nüfusuna ev sahipliği yapmaya devam ediyor. Birleşmiş Milletler Mülteci Yüksek Komiserliği’nin (BMMYK) 2021 yıl ortası verilerine göre, Türkiye’de geçici koruma ve uluslararası koruma statülerinden birinde kayıtlı olan mültecilerin toplamı, dünyadaki toplam mülteci nüfusunun yaklaşık yüzde 14’ünü oluşturuyor.1https://www.unhcr.org/refugee-statistics/ Bahsedilen geçici koruma ve uluslararası koruma faydalanıcıları, Türkiye’deki kriz tablosunun sadece bir kısmını oluşturuyor. Ekonomik motivasyonlarla Türkiye’de bulunan düzensiz göçmenlerin sayısı da hiç azımsanmayacak boyutta. Konut alımı aracılığıyla vatandaşlık hakkı kazanan yabancıların varlığını eklediğimizde tablonun çok boyutlu ve karmaşık yapısı daha da belirginleşiyor.

Bu oranda bir nüfusa ev sahipliği yapılması, tek başına toplumsal çatışmalara kapı aralamakla kalmıyor, aynı zamanda konut, sağlık, eğitim, istihdam, temel ihtiyaçlara erişim, altyapı gibi birçok alanda ciddi bir yükü ve Türkiye özelinde plansızlığın getirdiği kaosu beraberinde getiriyor. Bu anlamıyla, mevcut tablonun Türkiye’nin siyasal, iktisadi ve toplumsal yapısında biriktirdiği yük, Avrupa ülkelerindeki ile kıyaslanamayacak boyutta.

Karşı karşıya bulunulan kriz, emperyalizmin bölge politikalarının ve AKP iktidarının bu politikalarda rol kapma çabasının doğrudan bir ürünü. Tam da bu nedenle, ülkemizdeki mültecilerin neredeyse tümünü emperyalizmin doğrudan işgaline uğrayan Irak ve Afganistan’dan gelenler ve emperyalizm tarafından sonu belirsiz bir iç savaşa sürüklenen Suriyeliler oluşturuyor. Emperyalist-kapitalist sistem bağlamı, Avrupa’yı etkileyen mülteci ve göçmen krizleri için de geçerli. Ancak, AB’nin ve Türkiye’nin hem emperyalist hiyerarşi içerisindeki konumları hem de bu farklılaşan konum nedeniyle tek tek krizlerdeki rolleri farklılaşıyor. Bu farklılaşma, göç dalgalarının bu ülke ve bölgeleri etkileme biçimlerini de değiştiriyor.

Bu durum, en somut haliyle kendisini AB-Türkiye Geri Kabul Anlaşması’nda gösteriyor. Emperyalist-kapitalist sistem içerisinde Türkiye’ye biçilen rol, mülteciler için bir açık hava hapishanesi olmak ve AB’yi yeni akınlardan korumak. Ülkemizdeki mülteci ve göçmen sayısının dizginlenemez biçimde yükselmesinin nedeni de büyük ölçüde bu anlaşmada somutlanan rol. Bu rol ülkemizin yalnızca dış politikasını değil, iç politikasını da etkiliyor. AB’nin gerici AKP iktidarına yönelik siyasi desteğinde “mülteci kartı” kritik bir yer tutuyor. Sosyalistler açısından, AB ile yapılan geri kabul anlaşmasının iptali talebi ve Türkiye’ye biçilen mülteci hapishanesi rolünün reddedilmesi kritik bir yer tutuyor ve Avrupa solundan kopyalanan politikaların ötesinde bir yaklaşımı gerektiriyor.

Bahsettiğimiz tablo, aynı zamanda Türkiye toplumunda AKP’nin mevcut göçmen politikasına karşı biriken tepkilerin ve kaygıların tümünü ırkçılık başlığı altında değerlendirip önemsizleştirmeyi de imkânsız kılıyor. Ortada, yanlış ve sürdürülemez bir politika ile buna karşı biriken biçimsiz ve ırkçılar da dahil olmak üzere farklı aktörlerin etkilerine açık yaygın bir birikmiş tepkisellik var. Irkçılığı etkisizleştirmek için bu tepkiselliği yok saymak değil, mevcut tablonun sürdürülemezliğini vurgulayan ve Suriye hükümeti ile ilişkilerin normalleştirilmesi ile geri dönüş koşullarının oluşmasını temel alan sol bir politika önerisini örgütlemek gerekiyor.

Son olarak, politik bir referans noktası haline getirilmeye çalışılan Avrupa’daki sol ve sosyalist hareketlerin siyasetinin son 20 yıllık dönemde göçmen karşıtı ve aşırı sağcı partilere karşı adım adım mevzi kaybedilmesinde önemli bir role sahip olduğunu vurgulamak gerekiyor.

Tek tek kendi ülkelerinin işçi sınıflarının güncel ve tarihsel çıkarlarına yaslanmak yerine kimlikçiliğe dayalı etik bir söylemsel zemine sıkışan bu hareketlerin pratikleri bizlere kopyalanacak bir deneyimden çok sakınılması gereken hatalar listesi sunuyor.

Hatanın merkezinde ise, aşırı sağ yükselişin düzenin giderek derinleşen krizinin yalnızca bir semptomu olduğunun kavranamaması ve bunun sonucunda hastalık yerine semptoma çözüm bulmaya dayalı bir zemine sıkışılması yatıyor.

Açıkça tespit etmek gerekiyor: Aşırı sağın yükselişine kimlikler/demokrasi zeminine yaslanan bir savunma stratejisi ile yanıt verilemez.

Başka bir dizi şeyle birlikte bu yükselişi de önlemenin yolu, aşırı sağın büyümesi için gerekli nesnel zemini oluşturan bütünlüklü kriz konjonktürünün devrimci bir şekilde kavranması ve bu krize yanıt veren politikalar aracılığıyla kitlelerle ilişkilenilmesidir. Ancak, böylesi bir zemin değişimi ile sol tüm dünyada sıkıştırıldığı etik temelli ve siyaset dışı pozisyondan çıkarılarak emekçi halk kitlelerinin güncel ve tarihsel çıkarları ile ilişkilenen bir siyasal alternatife dönüşebilecektir.

Notlar:

[1]https://www.unhcr.org/refugee-statistics/