İran’da protestolar bir aya yakın süredir devam ediyor. Molla rejiminin belirlediği biçimde türban takmadığı için gözaltına alınan Mehsa Emini adlı genç kadının şiddete maruz kalarak ölmesi İran halkında büyük öfke uyandırdı. Son eylem dalgasının uzun bir süreye yayıldığı, ölçeğin de geçmişteki örneklerden büyük olduğu görülüyor.

Siyasi tutukluların tutulduğu Tahran’daki Evin Hapishanesi’nde çıkan yangına halkın verdiği refleks de rejimin işinin kolay olmadığını gösteriyor. Cumartesi gecesi dumanların yükseldiği ve silah seslerinin duyulduğu cezaevinde isyan çıktığı, isyana silahla karşılık verilmesi üzerine en az dört tutuklunun öldüğü açıklandı.

Tutukluların katledilmesinden endişe eden binlerce İranlının arabalarla yola çıkması nedeniyle Evin Cezaevi yolunda trafik tıkandı. Sokaklarda “Diktatöre ölüm” sloganı yankılanıyor.

Molla rejimi eylemleri durdurmak için polis şiddetine ek olarak farklı yollar denediyse de şu ana kadar sonuç alamadı. Rejim destekçilerinin tehditkar çıkışları ters tepiyor. Mehsa Emini’nin Kürt olması nedeniyle gündemi Kürtlere sıkıştırma, etnik gerilimleri kaşıma denemeleri de sonuç vermiyor. Eylemlerde Kürtlerle genel olarak mesafeli olduğuna inanılan Azerilerin katılımı da az değil ve farklı etnik gruplar arasında eylemlere gölge düşürecek bir gerilim de ortaya çıkmadı.

Bölgemizde ortaya çıkan büyük gelişmelerin arkasında sıklıkla Batılı ülkelerin parmağı aranır. Çoğu durumda olgular da Batı kaynaklı operasyonel müdahalelerin varlığına işaret eder. Zaten bizim coğrafyamız dahil dünyanın herhangi bir noktasını rahat bırakmak, emperyalist-kapitalist sistemin doğasına aykırı olurdu. Somut süreçler ise, emperyalist müdahaleler ve müdahale girişimlerinin yanı sıra durumu farklılaştıran ve daha çetrefil hale getiren pek çok başka olguyu da içerir.

İran’daki eylem dalgasının bu ülkenin dinamiklerinden kaynaklanan gerçek ve haklı bir zemini olduğunu söylemek gerekiyor. Temel özgürlükleri kısıtlayan şeriat rejimine yönelik derin ve haklı bir tepki var. Bu nedenle eylemlere şeriat baskısı altında boğulan kadınlar ile gençler damga vuruyor. Özellikle de kadınlar.

Emperyalist merkezlerden kaşınan gerilimler kendini çabuk belli eder. Tek merkezden yönetilen ve belirgin bir amaca hizmet eden bir dezenformasyon furyası ortalığı kaplar, dehşete yol açacak iyi çalışılmış kurgular piyasaya sürülür, nereden türediği belli olmayan yerel bağlantılı kanaat önderleri parlatılır ya da daha iyisinden bir sürgündeki hükümet imal edilir ve bunlar üzerinden kamuoyu oluşturulur. Kendilerine ihtiyaç kalmayınca gündemden düştüler ama bir aralar Suriye’de ikide bir “Hükümet güçleri kimyasal silah kullandı” iddiasıyla ortaya çıkıp stüdyo ortamında çektikleri videoları uluslararası medya kuruluşları üzerinden dolaşıma sokan Beyaz Miğferler ve türevlerini hatırlatmak yeterli olacaktır. Ya da isteyen Ukrayna’da kukla Zelenski yönetimi üzerinden, insan aklıyla alay edercesine yapılan manipülasyonlara bakabilir.

İran’daki sürece bu perspektiften bakacak olursak…

Batı kaynaklı manipülasyon girişimlerinin, en azından şimdilik, etkisiz kaldığı görülüyor. Örneğin Batılı medya kuruluşlarının İran’ın içinden bilgi aktarmakta ve içerik üretmekte görece etkisiz kalması, sahada pek bağlantıları olmadığının göstergesi. Hatta molla rejimi ayakta kalamayacak olursa Rusya ve Çin gibi İran müttefiklerinin de adım atması ve sahada işbirliği yapabilecekleri muhatapları hızlıca bulmaları muhtemel.

Emperyalist merkezlerin Ortadoğu denkleminde oynadığı rolden memnun olmadıkları İran yönetiminin yara almasından memnun oldukları ve sürece müdahil olmak için fırsat kolladıkları açıksa da şimdilik bundan ötesi söz konusu değil. Örneğin ABD’de oturduğu yerden video çekmenin ötesinde bir etkisi olmadığı görülen Mesih Alinejad gibi devşirilmiş unsurları “türban protestolarının başlatıcısı” diye yansıtan tuhaf analizler,1Dexter Filkins, “The Exiled Dissident Fuelling the Hijab Protests in Iran,” The New Yorker, 2 Eylül 2002. Kaynak: shorturl.at/DOPQ8  emperyalizmin İran’daki pozisyonuna dair iki somut durumu açık ediyor: Süreci maniple etmeye yönelik aktif bir çaba içinde olduklarını, ancak bu çabaların henüz Batılı ülkelerde kamuoyu yaratmanın ötesinde bir sonuç vermediğini…

İran’daki süreç, bölgemizde kurtuluşun ancak laiklik, özgürlük, bağımsızlık ekseninde verilecek mücadeleyle gelebileceğini yeniden hatırlattı. Ve keza bunların birinde verilecek tavizin diğerlerini de zedeleyeceğini…

Örneğin müttefik saydıkları İran’a toz kondurmamak için Mehsa Emini’nin şiddet görmediğini iddia edecek kadar ileri gidenlerden halkımıza hayır gelmez.

İran halkının özgürlüğü için “hür dünya”ya çağrı yapan, İran’a yönelik Amerikan propagandasına göre hizalananlardan da… Zira bu çizgi etki kazanacak olursa İran’ı emperyalizme yem yapar. Bu anlayıştan tüketilecek siyaset de emperyalist merkezlerden dolaşıma sokulan ithal gündemlerin peşine takılmaktan, bu merkezlerin güdümünde “insan hakları” aktivizminden ibaret kalır.

İran’daki eylemlerin hatırlattığı bir diğer şey ise örgütlülüğün önemi. İran’da şeriata artık son verme azim ve kararlılığında olduğu görülen halk, direnişin tüm görkemine karşın henüz kurtuluşa yaklaşabilmiş değil. Mollalar da biliyor ki, halk örgütlü değilse, halka güven verecek ilerici bir siyasi alternatif oluşmamışsa protestolar bir yerde sönümlenir. Ya da…

Batılı ülkelerdeki İranlı diasporalarında olduğu gibi, toplum içindeki en örgütlü unsur Şahçılarsa, bir halkın özgürlük mücadelesi saltanatçılarca istismar edilir, çenelerini kapatacaklarına en çok onların sesi çıkar…

Hatta bugün etkisiz olan Batı destekli kanaat önderi adayları bile güç kazanabilir, ülkenin geleceğinde rol oynayacak siyasi figürlere dönüşebilir…

Bugün İran halkı öncüsüz. 43 yıl önce Amerikancı despot şahı deviren sosyalistler devrimi mollalara çaldırdı, bedeli İran’da solun tasfiyesi oldu.

Kıssadan hisse…

Mücadele birikimimizin kıymetini bilelim, kıymetini bilmekle kalmayıp hakkını verelim. Örgütlenelim, hayatımızı karartan yobazları öz gücümüzle sepetleyelim. İşgalcileri karıştırmadan…

Notlar:

[1] Dexter Filkins, “The Exiled Dissident Fuelling the Hijab Protests in Iran,” The New Yorker, 2 Eylül 2002. Kaynak: shorturl.at/DOPQ8