2010 yılının 12 Eylül gününde yapılan anayasa değişikliği referandumu, 10 yıl aradan sonra bir kez daha ve çok ilginç bir içerik(sizlik)le gündemi işgal ediyor.

2010’da yapılan referandumun Türkiye’nin karşı devrim tarihinde önemli bir yer tuttuğu açık. “12 Eylül darbecileri yargılanacak, demokrasi gelecek” yalanıyla HSYK’nın Fethullahçılar tarafından ele geçirilmesine zemin hazırlayan ve karşı devrimin önündeki kayda değer bir direnci bertaraf eden bu önemli dönemecin yıllar sonra da tartışılması yararsız değil. Ama bugün tartışılan referandumun kendisi değil.

Ya ne tartışılıyor? Zamanında “Yetmez Ama Evet” (YAE) tavrını benimseyen bir grup liberali bu tutumlarından dolayı eleştirmeye devam etmenin caiz olup olmadığı, dünün YAE’cilerinin tam olarak nasıl bir beyanda bulunurlarsa saflarımıza kabul olunacakları, ak saçlılar bildirisindeki bazı ifadelerin YAE’ciler adına öz eleştiri sayılıp sayılamayacağı, şayet YAE’ciler olmasa AKP’nin yine de başarılı olup olmayacağı…

Bu tuhaf tartışma zemininden  bir şey çıkacağını sanmıyoruz. Aslında kimsenin bunlardan yarar umduğu kanısında da değiliz ve bu nedenle merak ediyoruz: Bayram değil seyran değil, “YAE’cileri sarmısaklasak da mı saklasak sarmısaklamasak da mı saklasak” tartışması nereden peyda oldu?

İşin bir boyutu Haydar Ergülen’in samimi özrünün ilgili cenahın ağababalarında yarattığı rahatsızlıksa da bundan daha fazlası var. Ergülen, 12 Eylül referandumunda Hayır dese de 2010’da Erdoğan’ın bir grup sanatçıyı ağırladığı kahvaltıya katılarak iktidara destek vermiş bulunduğu için özür dileyip dönemin yetmez ama evetçileri arasında da özür dilemek isteyenler olduğunu beyan etmişti. 10 yıl öncesini aklama çabalarıysa dünü değil bugünü hedefliyor. Konu günümüzün ittifakları.

“Bugün aynı noktadaysak 10 yıl önceyi deşmenin anlamı yok” deniliyor. Durum böyle olsa tamam ama bugün gerçekten aynı noktada mıyız? Ak saçlılar bildirisindeki ifadelere atıfla söyleyecek olursak “Cephelere bölünmeyelim” çağrıları ve “İktidar dayatmayla değil rızayla yönetsin” temennileriyle aynı noktada değiliz. Türkiye’nin kurtuluşunu da “AB standartlarında çoğulcu demokraside” falan değil, devrimci cumhuriyetçi bir siyasal kavganın sonunda ve işçi sınıfının iktidarında kurulacak yeni bir cumhuriyette görüyoruz.

Ama aklama çabaları bitmiyor. Deniliyor ki, Türkiye’nin bugününü “koyu karanlık”, “haksızlık”, “hukuksuzluk”, “adaletsizlik” ve “çürüme” gibi sözlerle ifade etmelerini defacto öz eleştiri sayalım olsun bitsin. Hadi biz saydık diyelim, “Aslında hayır diyenlerin istediği sisteme geri dönüldü” diye saçmalayanları (sanki AKP’den önce mahkemeler Kuran ayetlerine referansla gerekçeli karar açıklıyormuş gibi) ya da “‘Biz nasıl oldu da 12 Eylül Anayasa değişikliğine hayır dedik’ diyenlerin yaşadıkları travmayı başkalarına yansıtmalarına gerek yok” diye pişkinliğin sınırlarını zorlayanları nereye koyacağız?

Dedik ya, konu geçmiş değil günümüzün ittifakları. Yani?

Liberaller 2000’lerde AKP’yi fırsat olarak gördü. Her kötülüğün anası olan Kemalist Cumhuriyet AKP’yle yıkılacaktı, pek otoriter buldukları laikliği sivil toplum örgütü saydıkları tarikatlarla el ele tasfiye ederek İngiliz tipi çok kültürcülüğü getireceklerdi, solculuk da artık devrimin, işçi sınıfı iktidarının değil emeğin Avrupa’sının, çoğulcu demokrasinin, iktidar olmadan dünyayı değiştirmenin peşinden koşmak anlamına gelecekti. AKP’yle kurulan ittifak bu anlamda hata değil, liberal aklın doğal sonucuydu.

Ve karşımızdaki alelade bir düşünce ekolü değil, bayağı şebekeydi. Köşe yazarı oldukları Taraf gazetesinin manşetlerini süsleyen Ergenekon ve Balyoz gibi siyasi davalara ait sızdırılmış (ve bir kısmı sahte) belgeleri ne hikmetse her seferinde ilk olarak Taraf’a ulaştıranın araştırmacı gazetecilik becerisi olmadığını görecek kadar akılları vardı. Ya da 2011’de Hopa’da katledilen devrimci öğretmen Metin Lokumcu’nun kendisi değilse çevresinin, çevresi de değilse çevresinin çevresinin Ergenekoncu olduğunu zırvalayanlar neye hizmet ettiklerinin farkındalardı.  

Sonra AKP, neoliberal modelin ve kendi dinci programının doğal sonucu olarak demokrasi masalına bir yerde nokta koyup aslına rücu etti ve eski ittifaklarını bozdu. Bir dönem AKP’yi fırsat olarak gören  farklı liberal ekipler, farklı uğraklarda AKP tarafından gemiden atılınca soluğu muhalefet cephesinde aldılar. Bunların önemli bir bölümü CHP ve HDP’ye  dağılarak bu kez onların ideologluğuna soyundu. Yine aynı şebekenin mensupları olarak…

Bugün AKP’den kurtulmak isteyen yığınlara kurtuluş olarak “en geniş demokrasi cephesi” öneren, ekonomide kamuculuk yerine IMF programını ve özelleştirmeciliğin devamını savunan ve AKP’nin devrilmesi için Batılı devletlerden medet uman bir odak olarak varlıklarını sürdürüyorlar. Muhalefetin büyük partilerini bu programda buluşturmakla kalmayıp solu da aynı çizginin parçası kılmak için çaba sarf ediyorlar. Ve ne yazık ki kısmen başarılı da oluyorlar…

Devrim ve Dsosyal’de birden fazla defa söyledikse de yinelemekte yarar var. Türkiye’de halk, kendisini temsil eder görünen politik yapılardan daha ileride. Seçimlerde oy verdiği partiler bu şebekenin üyelerini parti meclisi, merkez yürütme kurulu ve hatta parti sözcülüğü gibi makamlara taşımış olsa da halk karşı devrimi ve işbirlikçilerini unutmuyor. Ama şebeke de bir yandan görev bekliyor.

Samimiyetle dilenen özür kabulümüzdür. 10 yıl önce siyasal ve entelektüel mevta haline gelmiş zavallıların sefil hayaletleriyle kavgaya ise ayıracak zamanımız yok. Bunlarla hasbelkader aynı cephede buluşmuş solculara laf anlatmaya da…

Devrimciler yeni bir cumhuriyet yolunda kararlılıkla yürümeye devam etsin, gerisi hikaye.

Mithat Çelik
Author