Formasyonunu aşırı sağ gençlik örgütlerinde almış…

Faşizmi bir siyasal kavram olarak tedavüle sokan Mussolini’ye hayranlığını gizlemeyen bir siyasi lider. 

İtalya seçimlerinde birinci olarak başbakanlık için en güçlü aday haline gelen, “İtalyan’ım, anneyim” temalı konuşması Türkiye’de de çok tartışılan Giorgia Meloni’den söz ediyoruz.

Köklü bir sınıf hareketi ve devrimci geleneği olan İtalya’da 80 yıl sonra Mussolini artıklarının iktidara gelme ihtimalinin doğması, önemsiz bir gelişme değil. Üstelik sağ yükseliş İtalya’yla sınırlı da değil. 

Bir dizi Avrupa ülkesinde aşırı sağ hareketler kimi zaman iktidarın eşiğine geliyor, kimi zaman da koalisyon ortağı oluyor. İstisnasız hepsi, Avrupa siyasetinin alışıldık dengelerini sarsıyor.

Aydınlanma’yı ve bildiğimiz anlamda özgürlük fikrini yaratan, geçtiğimiz yüzyılda faşist iktidarlardan belasını bulduktan sonra demokrasi ve özgürlüklerin beşiği haline geldiği varsayılan Avrupa nasıl oluyor da birkaç on yıl sonra yeniden aynı canavara meylediyor?

Sorunun kaynağı emperyalist-kapitalist sistemin yaşadığı tıkanıklık. Sosyalist sistemin çözülüşüyle birlikte pompalanan “küreselleşme” ve “yeni dünya düzeni” hayalleri fos çıktı. 

Sistem, artık vadettiği gibi refah yaratmıyor. Devri kapandı diyerek çözülmeye uğrattığı ulus-devletlerin yerine ise daha işlevli ve daha kapsayıcı bir alternatif koyamıyor. Dünya halkları eriyen maaşlar, tasfiye edilen sosyal ve kamusal güvencelerle karşı karşıya. Türkiye dahil pek çok ülkede gerek ekonomik gerekse sosyal olarak sürdürülemez hale gelen göçmen krizi de böyle bir tabloyla çakıştı.

Avrupa’da aşırı sağ hareketler, işte bu tıkanıklığa kendince bir çözüm reçetesi sunarak tabanlarını genişletebiliyorlar. Yaşanan sorunlar için küreselleşme paradigmasını hedef tahtasına koyuyor, ulus-devletleri güçlendirmeyi vadediyorlar.

Elbette küreselleşme paradigmasının arkasındaki sermaye aklını ve çıkarlarını es geçip tepkiyi soyut bir “küreselleşmeciler” heyulasına yönelterek…

Tabloda tek eksik sol…

İşin bu noktaya gelmesinde solu paralize eden kafa karışıklığı ve sermaye operasyonlarının payı büyük.

Aşırı sağ, aslen solun üzerine gitmesi gereken sorunları istismar ederek güç kazanıyor. İşsizlik, yoksullaşma, ABD yancılığı yüzünden derinleşen enerji krizi… tüm bunlar kaynakları, nedenleri ve çözümleri itibariyle solun çok daha avantajlı olduğu sorunlar. Peki neden olmuyor?

Olmuyor çünkü Avrupa’da sol çok önce yenildi. Bilmem hangi seçim kaybedildiğinde hatta sosyalist sistem çöktüğünde bile değil, iktidardan vazgeçtiğinde yenildi.

Emperyalist merkezlerden yönetilen ideolojik taarruz, belki de en fazla Avrupa solunda etkili oldu. Yeşiliyle, alıyla, moruyla Avrupa solu kimlik siyasetinin çıkmaz sokaklarında debelenirken kendini toplumsal olarak işçi sınıfının dışında, siyasal olarak NATO’nun, ABD’nin yanında buldu. Devrimci damarsa çok çok zayıfladı, toplumsal etkisini yitirdi.

Şimdiyse kabustan kurtulmak için solu emekçilerden koparan zırvalara daha fazla sarılmayı, emekçileri aşırı sağa yönelten gerçek sorunlara büsbütün sırtını dönmeyi telkin ediyor sistemin ideologları.

Türkiye’ye gelirsek…

Solumuz Avrupa’daki kadar “yola getirilmiş” olmasa da ciddi sorunlar mevcut. 1980 ve 1991’de aldığı karşı devrim darbelerinin üzerine Batı kaynaklı ideolojik taarruzun Türkiye solunu da epey sarstığı söylenmeli.

Keza bu sarsıntıların solu kendi ülkesinin ilerici tarihine ve emekçilerine yabancılaştırdığı…

Ülkesine ve toplumuna yabancılaşan solun iktidardan uzaklaştığı, kendisini sistemin eklentisine dönüştürmeye hizmet eden ithal teorilere daha meyyal hale geldiği… 

Öyleyse önemli benzerlikler taşıyan Türkiye ve Avrupa’daki deneyimlerden çıkarılması gereken dersler var. 

Örneğin üretildikleri merkezlerde bile bir halta yaramayan liberal fantezilerin ithal edildikleri yerlerde de daha iyi sonuç veremeyeceği…

Emekçilerin gerçek dertlerinden kopup marjinal kimlik sorunlarına sıkışmanın “ilericilik” değil, emekçileri gericiliğe itmek anlamına geldiği…

30 yıl önce zafer kazanan emperyalizmi hafife almak, görmezden gelmek bir yana emperyalist-kapitalist sistemi ve hiyerarşisini tartışmaya açıp hem tek tek ülkelerde hem de uluslararası ölçekte adil ve eşitlikçi bir düzen önermenin vazgeçilmez olduğu, sosyalistler bu alanı boş bıraktığında aşırı sağın tehlikeli önerilerinin hiç hak etmediği halde sistem karşıtlığı payesi kazandığı…

Bir de henüz ayyuka çıkmasa da dünyaya sınıfsal perspektiften bakınca görmenin zor olmayacağı bir gerçeği hatırlatalım: Ana akım sermaye aklı, bugün marjinal ve tehlikeli bulduğu aşırı sağın paradigmasını yarın makul bulabilir, sistemin tıkanıklığını aşmanın bir yolu olarak ona daha fazla alan açabilir. Bunu önlemenin yolu kendimizi sistemle uyumlu hale getirmek değil, sistemin karşı kutbundaki ağırlığı artırmak.

Biz işimizi yapalım, kendi rotamızda ilerleyelim, tüm kanatlarıyla sağcılık asıl o zaman kaybeder. 

Bize ait olmayan tuhaflıklarla oyalanırsak ise daha çok dövünürüz…