Din tek başına bir bireysel inanış sistemi değil yüzyıllar boyunca siyasal egemenliğin kaynağı olarak varlığını sürdürmüş bir kurumu ifade ettiği ölçüde siyasal alanla toplum arasındaki bahsettiğimiz mesafenin kaldırılmasının ön koşullarından biri de laikliğin inşası haline geliyor.
Türkiye’de İslamcılık, AKP iktidarı döneminde kazandığı mevzilerinin önemli bir kısmını özgürlük ve laiklik arasında kurduğu sahte karşıtlığa yaslanarak inşa etti. Üstelik laiklik ve özgürlük arasında bir çelişki gören sadece İslamcılar da değildi, liberaller ve sosyalist hareketin liberalizm ile içi içe geçmiş bölmeleri de benzer bir yaklaşıma sahipti. Bu yaklaşıma göre, laikliğin Türkiye örneğindeki uygulanışı inanç özgürlüğü önünde bir engel haline geliyordu, toplumun çoğunluğunu oluşturan Sünni Müslümanlar mevcut yaşam tarzlarını değiştirmedikleri durumlarda siyasetten ve bürokrasiden dışlanıyordu. İslamcılar ve liberaller aynı zamanda, Türkiye’deki laiklik anlayışının toplumsal ve bireysel düzlemlerde inanç özgürlüğünü kısıtladığını öne sürüyordu. Bu retorik, laikliğin tasfiyesi sürecinde atılan adımlar karşısında toplumun ilerici kesimlerini paralize edici bir işlev gördü ve görmeye devam ediyor.
Düzen muhalefeti cephesi, AKP iktidarının ve liberallerin laikliğin altını oyarken kullandıkları temel argümanları sorgulamıyor. Hatta kendisini giderek bunların daha da yakınında konumlandırıyor. Bu yaklaşım, laikliğin tasfiyesi yönünde geçmişte atılan adımlarla herhangi bir karşıtlık içerisine girmemekte özenli davranıyor ve gelinen noktayı bir yeni denge durumu olarak kabullenme stratejisi izliyor. Bu stratejide ısrarın sonucu ise İslamcılığın elde ettiği mevzilerin daha da artması oluyor.
AKP iktidarının 18 yıllık pratiği bu laiklik ve özgürlüğü karşı karşıya getiren yaklaşımları pratikte geçersizleştirdi. Ancak düzen muhalefetinin bu pratik yanlışlamayı görmezden gelerek hareket etmesi, laiklik-özgürlük karşıtlığına dayalı retoriğin AKP karşıtı geniş toplumsal kesimler üzerindeki etkisizleştirici etkisinin ömrünü de uzatıyor. Sonuç olarak, hem gericiliğe karşı biriken öfkenin laikliği kazanma mücadelesine dönüşmesi frenleniyor hem de varlığını sürdürmek için dinsel ideolojiye ihtiyaç duyan Türkiye kapitalizmi için makul bir alternatif haline gelme çabasını sürdürüyor.
Laikliği İnşa Etmek
Bu tablo, laiklik ve özgürlük ilişkisini siyasal düzlemde inşa etme sorumluluğunu sosyalistlerin üzerine yüklüyor. Açıkçası bundan pek de şikayetçi değiliz. Çünkü bu durum aynı zamanda, laiklik ve özgürlüğün siyasal düzlemde sosyalistler tarafından temsil edilmesi için bir olanak anlamına geliyor.
Sosyalist hareketin bu sorumluluğun gereklerini yerine getirebilmesinin ön koşullarından biri laikliği yeniden kazanacak bir devrimci cumhuriyetçi hattın ve bu hat etrafında şekillenecek taleplerin inşa edilmesi. İkinci olarak, laiklik kavramının üzerinde girişilecek bir ideolojik mücadelenin verilmesi de kritik bir önem taşıyor.
Bunun için öncelikle tarihsel ilerleme ve özgürlük kavramları arasındaki ilişkiyi doğru bir biçimde kavramak gerekiyor. İlerleme ve insanlığın özgürleşmesi arasındaki ilişki bir kez kavrandıktan sonra laikliğin bu doğrultuda atılan en kritik adımlardan biri olduğunu görmek de kolaylaşacak.
Tarihsel ilerlemeyi bize göre iki temel eksen üzerinden tarif etmek mümkün. Bunlardan ilki, insanlığın içerisinde yer aldığı doğal koşullar üzerindeki kontrolünün artması. Tarihsel ilerlemeyi tarifleyebileceğimiz ikinci eksen ise insanlığın tarihsel gelişimi içerisinde inşa ettiği ancak sınıflara bölünmüşlüğün sonucu olarak gittikçe ürünü olduğu düzleme yabancılaşan toplumsal, siyasal ve iktisadi süreç ve yapılar üzerindeki kontrolünün artması ve bu yolla özgürleşmesi. İki eksen de insanlığın özgürleşmesi ile doğrudan bağlantı içerisinde.
İlk eksene baktığımızda, insanın ilk tarihsel eyleminden itibaren önce kendisini içerisinde bulunduğu doğanın üzerine çıkartarak, sonrasında ise doğal koşulların getirdiği dayatmaları ortadan kaldıracak adımlar atarak bir özgürleşme süreci içerisine girdiğini görebiliyoruz. İlkiyle iç içe geçerek gelişen ikinci eksende ise insanlık bu sefer kendi oluşturduğu üretici güçlerin sonucu olan üretim ilişkileri ve bununla bağlantılı bir biçimde ortaya çıkan siyasal ve toplumsal yapılar üzerinde hakimiyet kurma mücadelesine girişiyor. Çünkü, üretici güçlerin gelişiminin her aşaması aynı zamanda bunlara denk düşen sınıfsal bölünmeler anlamına geliyor. Bu sınıflara bölünmüşlüğün kendisi dar bir azınlık dışındaki kesimler için kendi yarattığı iktisadi, toplumsal ve siyasal süreçler üzerinden kontrol sahibi olmama anlamına geliyor. İlk eksenden farklı olarak, bu sefer insalığın karşısında doğan değil her biri iktidarını korumak için insanlığın ilerlemesinin ve özgürleşmesinin önünde engel haline gelmeye başlayan egemen sınıflar çıkıyor. Bu nedenle insanın özgürleşmesi ancak ve ancak sınıflar mücadelesi eksenindeki gelişmelerin bir ürünü olarak ortaya çıkabiliyor.
Yukarıda anlatmaya çalıştığımız ilerleme-özgürlük örtüşmesinin kurulması özgürlük kavramına yaklaşımımızı da liberalizmden üç ana eksen üzerinden ayrıştırıyor. Bunlardan ilki, özgürlüğün bireysel değil temelde toplumsal süreçler üzerinden tanımlanması ve bireylerin özgürleşmesinin toplumsal, iktisadi ve siyasal düzlemlerde meydana gelebilecek radikal dönüşümlerle mümkün kılınabileceği yaklaşımı. İkincisi ise öncesiz ve sonrasız bir özgürlük anlatısının reddedilmesi ile kavramın tarihsel bir bağlama yerleştirilmesi. Son olarak, sürecin temeline pasif bir serbestiyi değil toplumsal ve doğal koşullara hakim olmanın ürünü olan bir özgürleşmeyi koyarak öznenin aktif role sahip olduğu bir süreç tanımlıyoruz.
Özgürlük kavramı üzerindeki kafa karışıklığını ortadan kaldırdığımızda laiklik ve özgürlük arasında bir karşıtlık kurma ihtimali de bütünüyle ortadan kalkıyor ve laikliğin insanlığın özgürleşmesi yönünde yapılmış en büyük hamlelerden biri olduğunu görmek de olanaklı hale geliyor.
Peki laiklik ve insanlığın özgürleşmesi arasındaki bağlantı tam olarak nerede?
Bu sorunun yanıtını vermek için ilerleme ve özgürlük arasında kurduğumuz ilişkiyi hatırlamamız gerekiyor: İnsanlığın kendi ürünü olan toplumsal, siyasal ve iktisadi süreç ve yapılar üzerindeki kontrolünün artması yoluyla özgürleşme. Din tek başına bir bireysel inanış sistemi değil yüzyıllar boyunca siyasal egemenliğin kaynağı olarak varlığını sürdürmüş bir kurumu ifade ettiği ölçüde siyasal alanla toplum arasındaki bahsettiğimiz mesafenin kaldırılmasının ön koşullarından biri de laikliğin inşası haline geliyor. Siyasal egemenliğin kaynağını dinsel referanslara bağlamak, aynı zamanda siyasal alanı mistikleştirerek geniş kesimlerin bu alana müdahale olanaklarını kısıtlayıcı bir çerçeve işlevi görüyor. Dolayısıyla, halkın bir egemenlik kaynağı olarak ortaya çıkması için siyasal alanın da dünyevi referanslar üzerine inşa edilmesi gerekiyor. Laiklik tam olarak bunu mümkün kılan çerçeveyi ifade ediyor.
Laikliğin özgürlük için bir ön koşul olduğunu vurguladık. Laikliği ve özgürlüğü kazanmak ise onları ayakta tutabilecek olan sınıfsal zeminin inşasından geçiyor. Bu ise insanlığın özgürleşmesinin önünde temel engel durumunda bulunan kapitalizme ve onun ülkemizde ve tüm dünyada palazlandırdığı gericiliğe karşı mücadeleden geçiyor. İnsanlık tarihinin mantığı bu mücadeleyi kazanmak zorunda olduğumuzu gösteriyor. İlerlemeye dönük her mücadelede olduğu gibi burada da zorunlu olanın kavranması kazanmanın da ilk adımını oluşturuyor.