Yerlilikten kastımız otantik kültürel motifler değil. Evrensel bir ideoloji olarak sosyalizmin Türkiye nesnelliğinde nasıl yeniden üretildiğine ve daha etkin bir yeniden üretimin nasıl olabileceğine dair tartışmayı kast ediyoruz.
Yeni bir çıkış arayışındayız. Hem evrensel hem buraya ait zengin bir kaynağı iktidara taşıyacak bir çıkış…
Tarihi yok sayan çıkış arayışları rüzgarın yönüne göre savrulmaktan farksızdır. İradenin tayin ediciliğine inanç ne kadar zorunluysa kendini var eden tarihsel kaynaklara reddiye de o kadar dağıtıcı.
Tarih derken sadece solun iç tarihini kast etmiyoruz. Solun içinde var olduğu tarihselliğin solu ve siyasal ufkunu nasıl şekillendirdiğini, solu evrensel olmanın yanı sıra buraya ait kılan unsurları da tartışmak kaçınılmaz. Evrenselliğin yanında yerli bir karakter de kazanmaksızın ve evrensellikle yerelliğin diyalektiğini kavramaksızın iktidar alternatifi haline gelmek olanaksız.
Yerlilikten kastımız otantik kültürel motifler değil. Evrensel bir ideoloji olarak sosyalizmin Türkiye nesnelliğinde nasıl yeniden üretildiğine ve daha etkin bir yeniden üretimin nasıl olabileceğine dair tartışmayı kast ediyoruz. Yani sınıflar mücadelesinin ülkemizde nasıl cereyan ettiğine, sosyalizmin buradaki rolüne ve bu rolün tayin edici bir rol haline gelebilmesi için yapılacaklara…
Bir önceki sayıda solun sınıflar mücadelesinde ve aynı anlama gelmek üzere ülke tarihinde tayin edici bir rol oynayabilmek adına en gerçek denemeleri yaptığı dönem olarak 1960’ları ve bu dönemin devrim stratejisi tartışmalarını ele aldık.1 Mithat Çelik. “60’lardan Bugüne Strateji Sorunu”, Devrim, Sayı: 2, Şubat 2020, s.8-12. Bu yazıda ise ülke tarihinin solu nasıl şekillendirdiğini açmaya çalışacağız. Solun şekillendiği tarihsel bağlam olarak Türkiye modernleşmesine dair bir toparlama yapmayı yararlı görüyoruz.
Modernleşme tarihimizi açığa çıkardığı problematikler, sunduğu ideolojik temalar ve devrettiği insan kaynağı (kadro potansiyeli olarak okuyun) ekseninde tartışmanın ilerletici olacağı kanısındayız. Bu eksenleri birbirinden ayrıştırmak mümkün olmadığı için bunlara ayrı başlıklar açmaktan ziyade farklı başlıkları bu eksenlere dayanarak tartışmayı deneyeceğiz
Evrenselliğin ülke nesnelliğine yansıma biçiminden söz ederek başladık, Türkiye modernleşmesinin ayrıksı bir özelliğiyle devam edelim: “geç kalmışlık” sorunu. Bunu “Türkiye’ye özgü” sayamayız, ancak ayrıksı bir yanı olduğu açıktır.
Türkiye’nin Ortaçağ’da dünya tarihine damga vurmuş olup modernleşme süreci başladığında varlığını sürdürmekte olan Osmanlı İmparatorluğu’nun mirasçısı olması önemli bir veridir. Osmanlı İmparatorluğu, kuruluşundan itibaren Avrupa’nın parçasıdır ve buradaki gelişmeleri yakından izlemiş, bu gelişmelerden doğrudan etkilenmiştir. Ancak Batı dünyası Rönesans, Reform ve coğrafi keşifleri deneyimlerken diğer Avrupa devletlerinden “ileride” ya da en azından belirgin biçimde daha güçlü olan Osmanlı bu gelişmelere ayak uydurmaya gerek duymamış, bu yüzden de devamında diğer Avrupa devletlerinin gerisine düşmüştür. 19. yüzyılla birlikte geri kalmışlığın imparatorluğun varlığını tehlikeye düşürdüğü görülmüş, modernleşme Osmanlılar için varlığını korumak adına bir zorunluluk halini almıştır.
Modern Türkiye’nin ataları olan Türk aydını, Osmanlı İmparatorluğu’nun asli unsurunun aydın tabakası olarak devleti kurtarma misyonu içine doğmuş, bu misyonun ancak modernleşmede ısrarla olacağını kavramıştır. Bu ısrar 1923’te Cumhuriyet’le taçlanan daha ileri bir toplumsal düzeni getirerek sosyalizmin nesnel zeminini güçlendirdiği gibi ülkesinin sorumluluğunu kendi omuzlarında hisseden bir aydın tipini doğurmuş ve devamında sola devretmiştir.
Sözü edilen tarihsel süreç Türkiye’de sosyalistlerin ilericilik-gericilik kavgasının doğal muhatabı haline gelerek özgün bir karakter kazanmalarını sağlamıştır. Örnek vermek gerekirse 60’lı yıllarda ülkenin kalkınma ve sosyal adalet sorununa gerçekçi çözümler önererek aydınlar ve emekçiler arasında ağırlığını artıran dönemin Türkiye İşçi Partisi’ne kimliğini kazandıran, Doğan Avcıoğlu ve Yön/Devrim hareketinde olduğu gibi Cumhuriyet aydınlarını sosyalizmle buluşturan bu süreçtir. Keza esas itibariyle aydın karakteriyle politikleşen gençliğin her dönem solun dayandığı başlıca mücadele dinamiklerinden biri olmasını sağlayan da.
Anayasasızlaştırılan Memlekette Anayasacılık
Kurtarıcılık misyonu ve zorunlu ilericilik, Türk aydınına Alman ya da Fransız aydınında olduğu gibi bir felsefi derinlik değilse de kuşaktan kuşağa aktarılan programatik unsurlar kazandırdı. Anayasacılık bunların başlıcası.
Cumhuriyet öncesi ilerici hareketlerde bir Anayasa’ya sahip olunması, Anayasa’nın geliştirilmesi ve güvenceye alınması gibi unsurlar en önemli mücadele başlıklarını oluşturuyordu. Padişahın yetkilerinin sınırlanabileceğini kağıt üzerinde teslim eden Tanzimat Fermanı, buradaki çerçeveyi geliştiren Islahat Fermanı, günümüzdeki Danıştay’ın öncülü olan ve kurulduğu dönemde parlamento gibi algılanarak coşkuyla karşılanan Şûrâ-yı Devlet, padişahın otoritesini kısıtlayan bir mekanizma olarak parlamentoyu getiren I. Meşrutiyet, yeni bir İstibdad tehlikesine karşı parlamentoya anayasal güvenceye kazandıran II. Meşrutiyet gibi deneyimlerin bu çerçevede algılanmasında yarar var. Saltanatın kaldırılması ve Cumhuriyet ilanı, bu sürecin zirvesi sayılmalı.
Anayasacılığın Cumhuriyet’le birlikte güncelliğini yitirmiş bir programatik unsur olduğu sanılmamalı. DP deneyimini takiben 1961 Anayasası’nın Anayasa Mahkemesi, Senato ve üniversite, TRT vb. kurumların özerkliği gibi güvencelerle koruma altına alınmasına gerek duyulması, bu talebin sonrasında da önemini koruduğunu gösteriyor.
Resmiyete kavuşan kazanımlar, asıl anlamını ise bunların hakkını veren sosyalistlerin varlığında buluyor. Demirelli yıllarda 1961 Anayasası’na asıl olarak TİP, Yön/Devrim, FKF, Dev-Genç, DÖB, DİSK gibi unsurların tümüyle birlikte sol sahip çıkıyor. 1960’lı yılların ilk yarısında DP döneminin Anayasa’ya aykırı kanunlarının Anayasa Mahkemesi’nde iptal ettirilmesi için dönemin siyasi partilerinden yalnızca TİP seferber oluyor.
Cumhuriyet’in tüm kazanımlarının tasfiye edildiği, tüm yasal ve anayasal mekanizmalar askıya alınarak her şeyin Saray’a bağlandığı günümüzde Anayasacılık hala güncel ve bu başlıkta tüm bir ilericilik tarihinin ve 60’lı yıllardan itibaren sosyalistlerin biriktirdiği deneyim önemli. Dinçer Demirkent’in 20 Temmuz 2016’da OHAL ilanıyla başlayan süreci anayasa hukukçusu Kemal Gözler’in anayasasızlaştırma kavramıyla açıklaması bu anlamda değerli bir katkı sayılmalı.2 Dinçer Demirkent, “Türkiye’nin Anayasa Sorunu ve 20 Temmuz Rejimi”, Sosyal Demokrat Dergi, 26 Kasım 2019, Kaynak: http://bit.ly/3c2H51F
Ayrıca bkz. Kemal Gözler, “1982 Anayasası Hala Yürürlükte mi? Anayasasızlaştırma Üzerine Bir Deneme”, Kaynak: http://bit.ly/2wHmVdH
Türkiye solunun Cumhuriyet mirasıyla en sağlıklı ilişki kurduğu dönemin 60’lı yıllar olduğu saptamasını farklı vesilelerle dile getirmiştik.3Fikir Kulüpleri Federasyonu, “Gelecek Günler İçin Gençliğin Sözü: 29 Ekim’de 29 Madde”, 29 Ekim 2018, s. 6, Madde: 11 Kaynak: http://bit.ly/37RyvzJ ve Mithat Çelik, “Türkiye’nin Cumhuriyetçi Birikimiyle Nasıl İlişki Kuruyoruz?” Yeni Yazılar, Sayı: 14, Ekim-Kasım 2018, s. 38-39. Bir kez daha aynı dönemden örnek vermemiz şaşırtıcı olmayacaktır.
Plan, Pilav, Kalkınma…
Ülkemizde ilk planlama deneyimi 1934-39 döneminde Birinci Beş Yıllık Sanayi Planı ile yaşanmış, bu planın hazırlanmasında SSCB, mali yardımının yanı sıra uzman desteği de sağlamıştır. Büyük yatırım ve ileri teknoloji gerektiren sanayi alanlarının devlete bırakıldığı bu plan, genç Cumhuriyet’in “kapitalist yol” tercihiyle uyumlu idiyse de Türkiye’nin ekonomik bağımlılığını azalttığı ve Sovyet etkisi taşıdığı ölçüde değerliydi. 27 Mayıs’ın hemen ardından 30 Eylül 1960’ta ise Devlet Planlama Teşkilatı (DPT) kuruldu ve planlama, Türkiye’nin gündemine daha etkin bir biçimde ve bir politik mücadele konusu olarak girdi.
DPT sosyalizmden mülhem planlama ve kalkınma unsurlarını ekonomi yönetiminin parçası haline getirdi ve kurumun ilk planlamacılarından Güngör Uras’ın da belirttiği gibi “‘Bize plan değil, pilav lazım’ diyen politikacılarımız başından beri planlamayı içlerine sindirememişti.”4Güngör Uras, “DPT ‘kendi gitti, adı kaldı yadigâr’” Milliyet, 10 Haziran 2011. Kaynak: http://bit.ly/2T5v5E6 Planın karşısına pilavı koyan Süleyman Demirel’di. DPT sağ iktidarlar açısından hem varlığıyla bir rahatsızlık kaynağı, hem de gerek etkisi göz ardı edilemediği gerekse içi boşaltılmak istendiği için yine aynı iktidarlar tarafından kadrolaşma alanıydı. Güngör Uras gibi burjuva cumhuriyetçiler ile başta Yalçın Küçük olmak üzere 1978’de TİP tarafından yayımlanan “Demokratikleşme için Plan”ı hazırlayan ekibin içinde yer alan sosyalistlerin bulunduğu DPT’den onun varlığına karşı olan Özal kardeşler gibi “takunyalıların” yolunu geçiren de bu kadrolaşma motivasyonuydu.
Sağcıların hiç sevmediği DPT’yi kapatmaya cüret edenin AKP iktidarı olması, bu partinin karşı devrimci misyonuna dair saptamalarımızın yanında planlama ve kalkınmayı devrimci strateji arayışımızın parçası saymamızı da doğruluyor. Keza yağma ekonomisinin yıkımı ve yıkım karşısındaki bilinç düzeyi küçümsenemeyecek toplumsal tepki, yeni bir devrimci yükselişin 60’ları andıran bir kalkınmacı ton taşıması ihtimalini güçlendiriyor. Bu konuda bir kez daha 60’lardan ve Cumhuriyet’i Cumhuriyet yapan kurumlar arasında yer alan DPT’den alacağımız çok şey var.
“Ben insan değil miyim?”
Kadınların özgürlük mücadelesi solun günümüzdeki önemli başlıklarındandır, zemini ise laikliktir. Başlıktaki soru ise tarihimizin en önemli ve saygın aydınlarından Sabiha Zekeriya’ya (Sertel) aittir ve Cumhuriyet’le gelen hakların fiilen kullanılmasının “tepeden inme” olmayıp yurttaş kadınların mücadelesiyle mümkün olabildiğini kanıtlayan bir olay esnasında kurulmuştur.
Yıl 1927. Medeni Kanun yürürlüktedir, ancak resmi kurumlarda Cumhuriyet öncesinden kalma çağdışı uygulamalar görülebilmektedir. Resimli Ay ve Çocuk Ansiklopedisi’ni temsil eden Sabiha Hanım ile birlikte iki dergi sahibi, taraf oldukları bir davada avukata vekalet vermek için notere giderler. İşlemin yapılabilmesi için her belgede iki şahide ihtiyaç vardır ve noter üç kişiden biri kadın olduğu için iki şahit şartının sağlanmamış olduğunu söyleyerek vekaletnameleri düzenlemez. Sabiha Hanım bu olaya “Ben insan değil miyim?” diye tepki gösterir. Resimli Ay’daki ilk yazısını bu olaya ayırır ve yazısının başlığı da bu cümledir.
Dergiler, ansiklopediler çıkaran etkili bir yayıncı olduğu halde şahitliği kabul edilmeyen Sabiha Hanım’ın konuyla ilgili şikayeti, dönemin Adalet Bakanı Mahmut Esat (Bozkurt) tarafından derhal işleme konur ve hukuk camiasına kadının şahitlik hakkının olduğu uyarısı yapılır.5Zafer Toprak, 2019, Türkiye’de Yeni Hayat, İstanbul: Doğan Kitap, s. 171-174. Çok temel bir hak, ancak onu kullanmak için direten bir ilericinin çabasıyla kullanılabilir olmuştur.
Olayın kahramanı olan Sabiha Hanım’ın kadın hakları ve özgürlüğü konusunu feminizmin yanı sıra sosyalizme de referansla tartıştığını ekleyince tablo netleşmeye başlıyor. Ve tabii devamında Resimli Ay’ı Nazım Hikmet’e açtığını, sonraki on yıllarda gericileri küplere bindiren Tan gazetesini sosyalist bir gazete olarak çıkardığını, TKP’ye katıldığını, Nazım Hikmet ve Hikmet Kıvılcımlı gibi döneminin önde gelen komünistleriyle dostluğunu hiç gizlemediğini ekleyince ise tüm boşluklar doluyor.
Sabiha Sertel’in klasik Meşrutiyet-Cumhuriyet aydını tipinden sosyalizme giden dönüşüm sürecinin Behice Boran’ın dönüşüm sürecine çok benzediğine değinmeden geçemeyeceğim. Başka zaman açmak üzere not etmiş olalım.
Cumhuriyet Bizimle Mümkün
Yazıda Cumhuriyet dönemine yoğunlaştık, ancak solun şekillendiği tarihsel bağlam Cumhuriyet’in de ötesinde Türkiye modernleşme tarihi. Cumhuriyet’i modernleşme tarihimizin zirve noktası olarak önemsiyoruz ve modernleşmenin bizi şekillendiren dinamiklerini tartışırken örneklerimizi ister istemez Cumhuriyet’ten buluyoruz.
AKP’li yıllarda karşı devrim devlet katında Cumhuriyet’i yıkmayı ve onun kazanımlarını silmeyi başardı. Ancak 90 yıl maddi bir gerçeklik olarak yaşanan Cumhuriyet yığınları sarmayı, yani toplumsal alanda maddi bir gerçeklik olarak var olmayı sürdürüyor.
Haliyle Cumhuriyet’in toplumsal alandaki kazanımlarının korunması ve bunlara yönelik saldırıların püskürtülmesi, bitmeyen bir kavga başlığı ve verimli bir siyaset yapma zemini olmaya devam ediyor.
Notlar:
[1] Mithat Çelik. “60’lardan Bugüne Strateji Sorunu”, Devrim, Sayı: 2, Şubat 2020, s.8-12.
[2] Dinçer Demirkent, “Türkiye’nin Anayasa Sorunu ve 20 Temmuz Rejimi”, Sosyal Demokrat Dergi, 26 Kasım 2019, Kaynak: http://bit.ly/3c2H51F
Ayrıca bkz. Kemal Gözler, “1982 Anayasası Hala Yürürlükte mi? Anayasasızlaştırma Üzerine Bir Deneme”, Kaynak: http://bit.ly/2wHmVdH
[3] Fikir Kulüpleri Federasyonu, “Gelecek Günler İçin Gençliğin Sözü: 29 Ekim’de 29 Madde”, 29 Ekim 2018, s. 6, Madde: 11 Kaynak: http://bit.ly/37RyvzJ ve Mithat Çelik, “Türkiye’nin Cumhuriyetçi Birikimiyle Nasıl İlişki Kuruyoruz?” Yeni Yazılar, Sayı: 14, Ekim-Kasım 2018, s. 38-39.
[4] Güngör Uras, “DPT ‘kendi gitti, adı kaldı yadigâr’” Milliyet, 10 Haziran 2011. Kaynak: http://bit.ly/2T5v5E6
[5] Zafer Toprak, 2019, Türkiye’de Yeni Hayat, İstanbul: Doğan Kitap, s. 171-174.