Bize kalırsa bilgi edinme süreci temelde bir arındırma arayışından değil, bütünün sahip olduğu çelişkilerin üzerinde biriktiği kritik halkaların tespiti ve sonrasında geliştirilen devrimci pratik dolayımıyla bütünün giderek daha geniş bir kısmının devrimci öznenin nesnesi haline getirilmesinden geçiyor.
Bir şeylere “ideolojik bakmamak gerektiği”, “ideolojik bakışın kişinin ufkunu daratttığı” gibi argümanlarla hepimiz muhatap olmuşuzdur. Akil ve tarafsız bir görünüm verme çabasıyla el ele giden bu sözler ne kadar gerçekçi? İdeolojik olmayan bir bakıştan söz edilebilir mi?
Sorulara yanıt vermek için bu soruların daha çok kimlere yönlendirildiğine bakmak yeterli. Benim kendi hayatımdan edindiğim deneyimler bu tarz sorularla karşı karşıya kalmak için yapmanız gereken şeyin çok basit olduğunu gösteriyor: İçerisinde bulunulan dönem ve toplumda genel olarak kabul edilen çerçevenin dışında bir şeyler söylemek. Dolayısıyla neyin ideolojik sayılıp neyin sayılmayacağı da mevcut siyasi ve ideolojik dengelere göre değişme eğilimi gösteriyor.
Yine mevcut siyasi ve ideolojik dengeler nedeniyle biz sosyalistler sürekli olarak her söylediğimizi daha fazla tartma eğilimi içerisine giriyoruz. Söylediğimizin doğruluğu kadar mevcut koşullarda nasıl olası etkilere sahip olacağı da kritik bir hal alıyor. Örneğin AKP’li bir siyasetçi açısından bunların ikisi de düşük düzeyde öneme sahip. Bizim içinse uzunca bir süre önemini korumaya devam edecek.
Peki bu durumun nedeni sosyalizme yönelik toplumda varolan ideolojik önyargılar mı? Söylemimizi ve bununla beraber siyasal hattımızı yumuşatmamız durumunda tabloda bir değişiklik yaratmamız mümkün mü? Daha radikal politikaları kitlelere sunabilmemiz böylesi bir sürecin kitlelerin sola yönelik önyargılarında yaratacağı değişimin ürünü olabilir mi?
Bu satırları okuyanlar arasında, “girizgahı geç de ana meseleye gel” diyenler olduğunu tahmin edebiliyorum. Ancak ben bu soruları önemsiyorum. Bunun ana nedeni şu: Genellikle en zayıf olduğumuz başlıklar, en basit olduğunu düşündüklerimiz arasından çıkıyor. Eskide kalmış ve basit saydığımız bu konuların yanıtı esasında teorik yönler de barındıran bir tartışmayı beraberinde getiriyor.
Biliyorum, kısa yanıtların ‘tuttuğu’ bir çağda yaşıyoruz. Ancak, etkili ve doğru kısa yanıtlar genellikle uzun sayılabilecek düşünme ve tartışma süreçlerinin ürünü oluyor. Yazının devamı da yukarıda sorduğumuz sorulara verilebilecek kısa yanıtları besleyecek bir zemine katkı olarak görülebilir.
***
İdeoloji kavramının Marksist literatüre girişi epeyce eski. Bu kavramın ilk olarak ağırlığını Marx’ın genç Hegelcilere yönelik eleştirilerinde hissettirdiğini söylemek mümkün. Özellikle Alman İdeolojisi’nde Marx ve Engels’in ideolojinin maddi kökenlerinin altını çizmekteki ısrarı ve insanların düşüncelerinin maddi kökenlerinin değiştirilmesi gerektiği yönündeki vurgusu da bu polemiğin bir yansıması. Marx’ın ideoloji tartışmalarında atıf yapılan başka bir metni ise Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’ya (EPEK) yazdığı önsöz. Bu iki metin arasında özellikle bilinç kategorisi üzerine yapılan çözümlemeler üzerine ciddi bir süreklilik olduğu açık. Bununla beraber ideoloji kavramına yönelik mesafede ise bir değişimin varlığını tariflemek gerekiyor. Alman İdeoloji’nde daha çok yanılsama olarak tanımlanan ideoloji EPEK Önsöz’de “hukuksal, siyasal, dinsel, artistik ya da felsefi biçimlerin insanların çatışmanın bilincine vardıkları ve onu sonuna kadar götürdükleri ideolojik biçimler”1 Karl Marx, 2011, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı (7. Basım), çev. Sevim Belli, Ankara: Sol Yayınları içinde “Önsöz” olarak tanımlanarak nötr sayılabilecek bir anlam kazanıyor.
Ancak kavramın sosyalist literatürde esas ağırlığını oluşturması ile kapitalizmin bir siyasal sistem olarak kendisini oturtması arasında güçlü bir ilişki olduğunu söylemek gerekiyor. Kautsky ve Lenin ile başlatıp Batı Marksizminin daha sonraki örneklerine kadar uzatabileceğimiz süreçte bilinç ve ideoloji kavramlarının giderek daha merkezi bir rol oynamaya başlaması da bir tarihsel sürecin ürünü.
Kapitalizmin gelişimi, toplumsal yapının kendisini de daha karmaşık bir hale getiriyor. Aynı zamanda işçi sınıfının da kendi talepleriyle toplumsal ve siyasal düzlemde etki sahibi olmaya başlaması sonucunu yaratıyor. Böylesi bir tabloda ‘zor’ tek başına bir yönetme mekanizması olarak yeterince etkili olamıyor ve hep ‘zor’a eşlik eden bir ‘ikna’ya gereksinim duyuluyor. Bu durum aynı zamanda burjuvazinin ideolojik anlamda hegemonyasının ve bu hegemonyayı ayakta tutacak mekanizmaların inşası anlamına geliyor.
Gramsci bu hegemonyayı “(…) bir toplumsal grup başka bir toplumsal gruptan, fikir bakımında ona boyun eğdiği, uydusu haline geldiği için, kendisinin olmayan bir dünya görüşünü alır”2 Antonio Gramsci, 1986, Hapishane Defterleri, çev. Adnan Cemgil, İstanbul: Belge Yayınları, s. 17 ifadeleriyle tanımlıyor.
Bu tanıma şöyle bir ek yapılabilir: Burjuvazinin sınıf çıkarlarının kapitalist toplumsal formasyonlarda hegemonik konuma gelişi bu sınıfın doğrudan kendi ideolojisini yaymasından çok burjuva ideolojisinin egemen ideoloji üzerindeki belirleyiciliği üzerinden gerçekleşiyor.
Dolayısıyla toplumsal ve siyasal yapı ve süreçlerin karmaşıklaşması ile ‘ikna’ mekanizmalarının bu süreçlerdeki ağrılığının artmasının el ele gittiği bir tarihsel sürecin sonucunda dünyayı değiştirmek isteyenler ideoloji üzerine daha fazla düşünmek zorunda kalıyor. İşçi sınıfının hangi talepler ve siyasi program etrafında buluşturulacağı tartışmasına bir yandan da sınıfın bu doğru programa nasıl ikna edileceği problematiği ekleniyor.
Tam bu noktada en kaba haliyle iki yaklaşımdan bahsedilebilir. Bunlardan ilki işçi sınıfının mevcut düzen ideolojisinden etkilenmesinin ürünü olan yanılsamalara ve sınıfın bu yanılsamalardan kurtarılmasına ağırlık veriyor. İkinci yaklaşım ise işçi sınıfının içerisinde sosyalist ideolojinin etkileşim kurabileceği ideolojik kodları merkeze alarak, bunların işlenmesi üzerinden ilerliyor.
İlk yaklaşımın sorunu, burjuvazinin egemen ideoloji üzerindeki belirleyiciliğini abartması ve egemen ideolojinin aynı zamanda sınıflar mücadelesinden ve toplumsal formasyonun sahip olduğu çelişkilerden etkilendiğini yok sayması.
İkinci yaklaşım temel olarak doğru olmakla beraber, sosyalist ideolojinin rolünün doğru tariflenmemesi durumunda başka sorunlar yaratabiliyor. Egemen ideolojideki boşluklara yönelik hamle yapma yeteneği, sosyalist ideolojinin kendi bağımsız alanının gücüyle doğru orantılı. Bu güç ise sosyalist hareketin mevcut durumdaki siyasal ve örgütsel etkisi tarafından belirleniyor. Dolayısıyla tüm ideolojik hamlelerin sosyalist ideolojinin mevcut gücü, bu anlamıyla sınıflar mücadelesindeki siyasal ve örgütsel durum göz önünde bulundurularak geliştirilmesi gerekiyor. Bu durumun göz ardı edildiği hamlelerde sosyalist ideolojinin egemen ideoloji içerisinde erimesi ve kendi bağımsız alanını yitirmesi kaçınılmaz oluyor.
***
Durduğumuz noktayı daha iyi anlatmak adına pek de katılmadığımız bir yaklaşımı eleştirerek başlayabiliriz. Marksizmin yapısalcı bir yorumuna sahip olan Althusser’in bilim-ideoloji ikiliği üzerinden inşa ettiği yaklaşımını kast ediyoruz. Althusser bilgiye ulaşma sürecini öznenin sahip olduğu ideolojik engellerden kurtulması üzerinden kuruyor. İdeolojiyi ise algılanan gerçekliğin görüm sonrası düzeltilmesi üzerinden tarif ediyor:
“Görünülemeyen görünülebilen tarafından, onun görünülemeyeni, onun yasaklanmış görünümü olarak tanımlanmıştır.”3 Louis Althusser, Kapital’i Okumak, Belge Yayınları 1995, Çev. Celal Kanat, sf. 46
Bu tanım boşluksuz, çelişkisiz ve hareketsiz bir gerçeklik algısına kapı aralıyor. Dolayısıyla ideolojik süreçleri içerisinde bulunduğu tarihsel sürecin sahip olduğu çelişkilerle ilişkilendirmekte başarısız kalıyor. Althusser bahsettiği ideolojik engellerin aşacak düşünsel faaliyet için ise gerçek nesne-bilgi nesnesi ayrımını ortaya koyuyor. Bu yaklaşıma göre bilgi katışıksız nesne üzerinden değil bilgi nesnesi üzerinden elde ediliyor. Ancak, Althusser’in modeli bilgiye ulaşma sürecinde toplumsal pratiğe bir rol tanımıyor ve bunun yerine düşünce aygıtının tarihsel bakımdan yapılandırılmış dizgesini koyuyor.4 Age, sf. 65 – 68 Kendisinin bu yöntemi Marksizme uygulamasının ürünü ise Marksizmi Hegelcilikten arındırmak adına bütünlük, tarihselcilik ve dolayım kategorilerinin reddi oluyor. Althusser Marksizmi bir bilgi nesnesi olarak ele alıp oradan katışıksız nesneye ulaşmaya çalışıyor ve bu katışıksız hale getirme süreci Hegelci kategorilerin reddi üzerinden ilerliyor. Bize göre ise Marksizmi idealizmden arındırma adına katışıksız bir idealizmin üretilmesi anlamına geliyor.
Bu yanlış bakış açısının bir yönünü Marksizmin bilgi edinme sürecini yanlış tanımlamak oluşturuyor. Bize kalırsa bilgi edinme süreci temelde bir arındırma arayışından değil, bütünün sahip olduğu çelişkilerin üzerinde biriktiği kritik halkaların tespiti ve sonrasında geliştirilen devrimci pratik dolayımıyla bütünün giderek daha geniş bir kısmının devrimci öznenin nesnesi haline getirilmesinden geçiyor. Marx’ın meşhur 11. tezinde anlamak ve değiştirmek arasında kurduğu ilişkinin de bu şekilde yorumlanabileceği düşüncesindeyiz. Feuerbach Üzerine Tezler’in bütününde pratiğe yönelik yapılan vurgunun da pratiğin teoriye karşı bir üstünlüğü olarak değil devrimci pratiğin ve değiştirme eyleminin aynı zamanda bir anlama aracı olarak ortaya konulması olarak kavranabileceğini düşünüyoruz.
İdeoloji, gerçekliğin bilgisine sahip olmanın önünde engel oluşturmak bir yana, bu bilgiye ulaşmanın ön koşulu halini alıyor.
Bu yaklaşımın temel sonucu ise bilgi edinme sürecinin ilk aşamasında dahi bir ön perspektifin etkisini göstermesi oluyor. Bunun tersine yönelik bir çaba ise gizemciliğe ve sezgiciliğe kapı aralamaktan fazlasını ifade edemiyor.
Herhangi bir olgunun çevresindeki bozucu etmenlerden arındırılarak tekil olarak kavranması Marksist bir bilgi edinme yaklaşımını tarif etmiyor. Bize göre, olgunun çevresiyle kurduğu ilişkiler ve bu ilişkilerin yarattığı çelişkiler merkeze alınmalı. Bunun için ise olguyu bir bağlama yerleştirmeyi, bu anlamda olguya önsel bir çerçeve ile yaklaşmayı ve bu olgunun üzerinde eylemde bulunmayı gerektiriyor. Lukacs da olgularla teori arasında kurulacak ilişkiyi tariflerken benzer bir bilgi edinme sürecine işaret ediyor:
“Ne kadar basit de olsa ‘olguları’ sayımlamak, onları yorumlamaksızın yan yana dizmek bile bir ‘yorumlama’dır. Olgular bu aşamada bile bir teoriye, bir yönteme göre seçilip ona göre kavranmakta; daha önce kendi başlarına yaşadıkları ilişkiler bağlamından koparılmakta ve bir teorinin bağlamı içerisine sokulup itilmektedir.”5György Lukacs, 1998, Tarih ve Sınıf Bilinci, çev. Yılmaz Öner, İstanbul:Belge Yayınları, s. 59
Yukarıdaki alıntıda çizilen yaklaşıma eklenmesi gereken ise olgunun üzerinde geliştirilecek devrimci pratik ve bu devrimci pratiğin giderek devrimci öznenin gerçekliğin bütünü üzerinde etki kurabileceği alanı genişletmesinin yaratacağı düşünsel olanaklardır.
İçerisinde bulunduğumuz toplumsal koşulların bilgisine ulaşmak bu anlamıyla sadece ideolojik olmanın ötesinde bütünlüklü bir siyasal pratiğin de ürünü olarak kavranabilir.
Buradan kadar yazdıklarımızdan hareketle kendi ideoloji tanımımıza geçecek olursak…
İdeoloji, temel olarak bir bireyin veya toplumsal grubun kendi koşullarına ve dünyaya yönelik kavrayışının yine içerisinde yaşanılan tarihsel dönem ve toplumsal koşullara ait çelişkilerin belirleniminde edinilen ve geliştirilen bir dizi önsel kabul ve düşünce aracılığıyla şekillenmesini ifade eden bir kategoridir. Belirli bir tarihsel dönem ve toplumsal koşulun çelişkilerinin ürünü olduğu ölçüde bu çelişkili yapı varlığını sürdürdükçe ideoloji de varlığını sürdürecek. Çelişkilerin varlığı ve toplumsal süreç ve yapılar üzerindeki belirleyiciliği sürdükçe, kendi yaklaşımının ideolojik olmadığını düşünmek ancak ve ancak ideolojik bir yanılsama anlamına gelecektir.
***
İdeolojilerin tarihsel süreç içerisindeki kökleri de bahsettiğimiz çerçeveyi doğrulamaktadır. İnsanlık tarihinin bütünü aynı zamanda içerisinde bulunulan toplumsal koşulların karmaşıklaşmasının ve bu karmaşıklığın toplumsal yapı ve süreçlerin içerisinde barındırdığı çelişkilerin etkisi üzerinde bir çarpan etkisi yapmasının tarihi olarak da düşünülebilir. Bu nedenle insanın kendisini bir parçası olduğu doğanın üzerine çıkarıp toplumsal yapılar inşa etmeye başladığı süreçten itibaren ideolojik sayabileceğimiz bir bakış açısının gelişim seyrini takip etmek mümkündür.
Marx ve Engels, insanın ihtiyaçlarını karşılamak gereken aletleri yapmasını ve bu aletlerin yeni ihtiyaçlar üretmesini ilk tarihsel eylem olarak tanımlıyor.6 Karl Marx ve Friedrich Engels, 2004 (Nisan), Alman İdeolojisi, çev. Sevim Belli, Ankara: Sol Yayınları, s. 53 Bu ilk tarihsel eylem beraberinde toplumsal yapı ve süreçlerin oluşumunu ve dilin insanlar arası temel iletişim aracı olarak öne çıkmasını getiriyor. Ancak dil tam da bir toplumsal ürün olması nedeniyle içerisinde bulunulan koşulların belirleniminde gelişiyor ve bu koşulların ürettiği düşünceler dil üzerinde etkisini gösteriyor. Gramsci de “Herhangi bir zihin çalışmasının en basit görünüşünde – mesela dilde bile belirli bir dünya görüşü vardır”7 Age, s. 13 derken dilin bu karakterinin altını çiziyor. Marx ve Engels’te ise dilin gelişiminin toplumsal bir sürecin ürünü olduğu vurgusunu daha da net bir biçimde görüyoruz:
“[tarihsel ilişkilerin uğraklarını inceledikten sonra-D.Ç.] …insanın bilinci de olduğunu görüyoruz. Ama öyle de olsa bu daha baştan ‘katıksız’ bir bilinç değildir. ‘Tin’, daha baştan, burada kendisini titreşim halindeki hava tabakaları, sesle, kısacası ‘dil’ biçiminde gösteren bir maddeye yakalanmış olmaktan muzdariptir. Dil bilinç kadar eskidir, -dil öteki insanlar için de varolan ilk, pratik ve gerçek bilinçtir ve, tıpkı bilinç gibi dil de, ancak, diğer insanlarla karşılıklı ilişki kurma gereksinmesiyle, zorunluluğuyla ortaya çıkar (…) Bilinç, demek ki, daha baştan toplumsal bir üründür ve insanlar mevcut oldukları sürece böyle kalır.”8 Age, s. 55
Burada Lukacs’a geri dönerek ideoloji ile yorumlama arasında da bir ayrım yapmamız mümkün olabilir. Bize göre ‘olguları’ sayımlamanın, onları yorumlamaksızın yan yana dizmenin bile bir ‘yorumlama’olmasının kökeninde yatan şey insan ile doğa arasındaki çelişki ve bunun ortadan kaldırılması olanaklı değil. Ancak ideoloji toplumsal süreçlerin bir ürünü, dolayısıyla bu süreçlerdeki olası değişimlerden daha doğrudan bir biçimde etkileniyor.
Toplumsal bir ürün olan bilinçliliğin biçimlerini ideolojik biçimler haline getiren ise toplumsal yapı ve süreçlere içkin olan çelişkiler. Marx ve Engels sınıflara bölünmüşlüğün ürünü olan bu çelişkilerin bilinçlilik biçimleri üzerine etkisini şu şekilde ifade ediyor:
“…şu üç uğrak, üretici güç, toplumsal durum ve bilinç, birbirleriyle çelişkiye düşebilirler ve düşmek zorundadırlar, çünkü işbölümü sayesinde, faaliyet ile maddi faaliyetin, keyif çatma ile çalışmanın, üretim ile tüketimin farklı bireylerin payına düşme olasılığı, hatta olgusu ortaya çıkar ve bunların birbiriyle çelişkiye düşmemelerinin tek yolu, bizzat işbölümünün kendisinin tekrar kaldırılmasıdır.”9 Age, s. 57
Bilinç toplumsal koşulların ürünüyse ideolojinin bugün sahip olduğu merkezi rolü yitirmesi basit bir ön koşula bağlı: Toplumsal yapının sahip olduğu çelişkilerin toplumsal formasyonun bütünü üzerindeki belirleyiciliğinin ortadan kalkması. Bu da sınıfların ortadan kaldırılması anlamına geliyor.
Tarihsel süreç üzerinde meta üretiminin belirleyicilik kazanması ise bilinçlilik biçimleri ile toplumsal durum arasındaki boşluk üzerinde çarpan etkisi yapıyor. Marx’ın fetişizm olarak adlandırdığı bu etkinin kökeninde insanlar arasındaki ilişkilerin artık metalar arasındaki ilişkiler olarak kavranmaya başlaması yatıyor:
“… meta biçiminin esrarlı bir şey oluşunun nedeni, basitçe, insanlara, kendi emeklerinin emek ürünlerinin nesnel nitelikleri olarak, bu şeylerin toplumsal doğal özellikleri olarak yansıtması ve dolayısıyla,üreticilerle toplam emek arasındaki toplumsal ilişkiyi de, şeyler arasındaki, üreticilerin dışında var olan bir toplumsal ilişki olarak göstermesidir.”10 Karl Marx, Kapital – Cilt 1, 2011,, çev. Mehmet Selik, İstanbul: Yordam Kitap, s. 83.
İnsanların kendi emeklerinin ürünleriyle ve dolayısıyla temel bir yaşamsal faaliyet olan emekleriyle kurdukları ilişkideki bu değişim kaçınılmaz olarak aynı insanların sahip oldukları bilinçlilik biçimlerini de etkiliyor. Bu etki, kapitalist toplumlarda ideolojinin rolünü daha da güçlendiren bir faktör.
Artık toparlamak gerekiyor. Dergimizin ilk iki sayısını takip eden okurlarımızın büyük ihtimalle fark ettiği üzere, yazıların sonunda daha öncesinde söylenenleri özetlemeyi pek tercih etmiyorum. Bunun tek nedeni yinelemelerin sıkıcı olması değil, özetleme adına yapılacak kimi basitleştirmelerin tartışmanın bütününü köreltme riski.
Dolayısıyla bu yazıyı “Tartışmanın bütününü güncele nasıl taşıyabiliriz?” sorusuna bir yanıt arayarak kapatabiliriz. İlk adım olarak sorumuzu günümüzde ideolojik mücadeleye yönelik geliştirilmesi gereken yaklaşıma doğru daraltarak somutlayalım.
İlk olarak ideolojik mücadelenin didaktik bir yanılsamalardan arındırma süreci olmadığının altını çizmemiz gerekiyor. İdeolojik mücadeleden anlaşılması gereken, sosyalist ideolojinin etki alanının egemen ideolojinin iç çelişkileri ve boşluklarına yönelik bütünlüklü hamlelerle arttırılması olmalıdır.
İdeolojik mücadelenin birikiminin ideolojiler alanında yansıma bulması ise ancak ve ancak bu mücadelenin oluşturacağı maddi birikim ile kurulacak dolayım üzerinden olabilir. İdeolojik mücadelenin kazanımlarının en başta somutlanacağı yer, siyasal ve örgütsel düzlemler olmak durumundadır. Ancak ve ancak bu alanlarda bir birikim oluşturulması durumunda ideolojiler alanındaki dengeler sosyalist ideoloji lehine sarsılabilecektir.
Başka bir biçimde ifade etmek gerekirse… İdeolojik mücadele soyut düzlemde geliştirilecek rasyonel argümanlarla haklılığını ispat etme alanı değildir. Bu olanaklı olsaydı zaten ideolojiden bahsedemezdik. Sınıflı toplumlarda aklın yolu bir değildir. Bu da beraberinde, ikna süreçleri ile siyaset ve gücün iç içe girmesini getirmektedir. Tam da bu nedenle ideolojiler alanında sosyalizmin etkisinin artışı, bu alanda yapılacak hamlelerin siyasal ve örgütsel düzlemle doğrudan bağlantılı bir biçimde geliştirilmesini gerektirmektedir.
Notlar:
[1] Karl Marx, 2011, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı (7. Basım), çev. Sevim Belli, Ankara: Sol Yayınları içinde “Önsöz”
[2] Antonio Gramsci, 1986, Hapishane Defterleri, çev. Adnan Cemgil, İstanbul: Belge Yayınları, s. 17
[3] Louis Althusser, Kapital’i Okumak, Belge Yayınları 1995, Çev. Celal Kanat, sf. 46
[4] Age, sf. 65 – 68
[5] György Lukacs, 1998, Tarih ve Sınıf Bilinci, çev. Yılmaz Öner, İstanbul: Belge Yayınları, , s. 59
[6] Karl Marx ve Friedrich Engels, 2004 (Nisan), Alman İdeolojisi, çev. Sevim Belli, Ankara: Sol Yayınları, s. 53
[7] Age, s. 13
[8] Age, s. 55
[9] Age, s. 57
[10] Karl Marx, Kapital – Cilt 1, 2011,, çev. Mehmet Selik, İstanbul: Yordam Kitap, s. 83.