15 Temmuz 2016 tarihinde yaşanan askeri hareketlilik Cumhuriyet tarihinin ilk başarısız darbe girişimi değildir. 1962-63’te iki defa girişilen Aydemirci darbe teşebbüsleri, CHP Genel Başkanı ve Başbakan İsmet İnönü’nün siyasi şemsiyesi altında bir araya gelen “demokrasi güçlerinin” direnişi ve ordu çoğunluğunun tedricen aktifleşen mukavemet tercihine binaen başarısız kalmıştır. İlkinde affedilen darbeci önderlik ikinci başarısız teşebbüsün bedelini hayatlarıyla ödeyerek idam edilmişler, darbeye iştirak eden harp okulu öğrencileri ise ordudan tard edilmişlerdir. Darbecilere mukavemet ederken şehit düşen hükümet yanlısı ordu mensupları da, 27 Mayıs’ın hürriyet şehitleri gibi onurlandırılmış, “anayasal düzenin” devamını sağlamak için canlarını feda etmeleri nedeniyle ulusun pantheonu olan Anıtkabir’e defnedilmişlerdir.
Anılan Aydemirci teşebbüsleri 27 Mayıs’ta kışlaya dönmek istemeyen ekiplerin birer artçı dalgası olarak sayabiliriz. Ordunun ve tabii İsmet Paşa’nın, askeri bir idare kurmak istemeyen ve idareyi sivillerde tutmak isteyen genel eğilimi, bu iki teşebbüsün akim kalmasında en büyük etmen olarak gösterilebilir. Bu vakalarda Aydemirci teşebbüsler nedeniyle ilan edilen olağanüstü rejimler (sıkıyönetim) darbe tehlikesinin tamamen bertaraf edilmesi sonucuna bağlı olarak vakit kaybetmeksizin terk edilmiş ve 61 Anayasası’nın normal rejim standartlarına dönülmüştür. Ancak ne Aydemirci teşebbüsler ne de bu teşebbüslere karşı İsmet İnönü’nün bilfiil liderliği altında gerçekleşen direniş faaliyetleri kendilerine has ayrı bir anayasal mitoloji yaratmamıştır. Çiçeği burnundaki 61 Anayasası herhangi bir değişikliğe veya prestij kaybına uğramadan yürürlük ve geçerliliğini sürdürmüştür. Oysa ki Aydemirci cuntanın iktidarı elde etmesi halinde uzun yıllar serbest seçimlerin yapılamayacağı ve parlamenter demokrasinin mümkün olamayacağı herkesin malumuydu. Türkiye yakın siyasi tarihinde “demokrasi güçlerinin” en büyük başarısı olarak görülebilecek bu mukavemetin müstakil bir siyasi anlatısına rastlamak mümkün değildir, hiçbir zaman da buna dair bir ihtiyaç duyulmamıştır.
15 Temmuz 2016, bir hükümetin zor kullanılarak düşürülmesine yönelik başarısız bir darbe teşebbüsü olmak bakımından ilk iki başarısız darbe teşebbüsüyle benzerlik taşısa da, neticeleri bakımından bunlarla mukayese edilemez durumdadır. Dolayısıyla 15 Temmuz’u sadece başarısız bir darbe teşebbüsü ve akabinde ilan edilen OHAL’i de sıradan bir olağanüstü hâl süreci olarak tasnif etmek anayasal bir analiz bakımından eksiklik taşıyacaktır. 15 Temmuz, yarattığı yıkıcı/kurucu olağanüstü rejim usul ve içeriği bakımından anayasal tarihte çok daha merkezi ve esaslı bir önemi haiz olacaktır. Bunlar nelerdir?
Meseleyi öncelikle olağanüstü rejim teorisi bakımından ele almamız gerekir. Hukuk teorisiyle ilgilenenler diktatörlük teriminin pejoratif bir anlamdan ziyade nötr-teknik bir içeriğe sahip olduğunu bilirler. Roma kamu hukukundan miras kalan diktatörlük sözcüğü ve buradan geliştirilen olağan-olağanüstü hâl ikiliği, yeryüzüne inmiş bir tanrı imgesinden doğan modern devletin bir kamu hukuku öznesi olarak ortaya çıkmasıyla beraber, sözünü ettiğimiz bu tanrı tahayyülünün “mucizelerinin” düşünsel uzantısının hukuk kültürüne aktarılmasını ifade eden bir erken modernlik hukuku kavramıdır.
Siyasi ilahiyatın bu ilginç kavramlaştırmasına göre, nasıl kadir-i mutlak bir tanrı imgesini taklit eden “egemen” belirli ve sabit bir düzen içinde yeryüzünde hükümransa ve bu işleyişi sağlamak maksadıyla tanrının tabiat için koyduğu kanunlar gibi insanlar için de kanunlar vaz’ ediyorsa, normal-günlük işleyişin akamete uğradığı tehlike veya tehdit durumlarında da bu “doğal” kanunları anılan tehlike veya tehdidi bertaraf edebilmek için belirli bir süreliğine askıya alabilmeye muktedir olacaktır. İlahiyatın “mucize” mekanizmasının, yani tanrının yeryüzüne tabiat kanunlarını askıya alabilen biçimde tek taraflı müdahalesi fikrinin kamu hukukuna yansıması, “olağanüstü rejim” veya “diktatörlük” kavramları altında ifade bulur. Olağanüstü halde tabiat kanunlarının askıya alınmasına benzer biçimde egemen, beşerî yasaları geçici olarak askıya alabilecektir.
Modern kamu hukuku ve anayasa hukuku tarihinde ortaya çıkan ilk olağanüstü hâl türünün kavramsal adlandırması “komiseriyal diktatörlük”tür. Olağanüstü halin bu ilk türünün özelliği, adlandırmasından da anlaşılacağı üzere “görevle sınırlıdır”, yani “komiseriyal”dir. Başka bir ifadeyle komiseriyal diktatörlük, normatif düzeni tehdit eden veya tehlikeye sokan olgunun ortadan kaldırılması amacıyla hareket eden geçici bir müdahale aygıtıdır. Fakat bu aygıt içinden çıktığı düzen lehinde ve o düzenin sınırları dahilinde kalmakla memurdur.
Anayasalarda öngörülen hukuki-kanuni olağanüstü rejim türleri (olağanüstü hâl veya sıkıyönetim veya hangi geleneksel biçim altındaysa o adla anılanlar) aslında birer komiseriyal diktatörlüktür. Bu hallerde anayasal düzeni ortadan kaldırmaya veya bunun işleyişini fiilen ve madden zayıflatmaya yönelik tehlike ya da tehdit bertaraf edilinceye kadar ve bu bertaraf etme göreviyle sınırlı biçimde bir olağanüstü rejim usulüne başvurulabilir. Görüleceği üzere bu olağanüstü halin konusu ve amacı tehlike veya tehdit altında bulunan ilgili anayasal düzenin doğrudan korunmasıdır. Bunun haricinde başka bir amaç öngörülmez. İşte yukarıda andığım Aydemirci başarısız darbe girişimleri karşısında İsmet İnönü hükümetlerinin gösterdiği tepki ve uyguladıkları olağanüstü rejim araçları bu içerikle birer komiseriyal diktatörlüktür. Geçici ve somut tehdide cevap vermeye matuf bu girişimlerde asıl amaç o gün yürürlükte olan 61 Anayasası’nı ve bunun anayasal düzenini korumak, anılan tehlikeyi bertaraf ettikten sonra normal anayasal rejim standartlarına dönmektir.Ancak diktatörlük kuramı birincisinden maksat ve usul bakımından farklı ikinci tip bir olağanüstü rejim modundan da söz eder. Bu türe “egemen” veya “kurucu diktatörlük” adı verilir. Bu usulde olağanüstü rejim, komiseriyal diktatörlükten farklı olarak kendinden önce gelen, tâbi olduğu bir normatif düzenin varlığını tanımaz. Başka bir ifadeyle olağanüstülüğün konusu, içinden doğduğu olağan’ı korumak, onu tehdit eden veya tehlikeye sokan olguyu bertaraf ettikten sonra yeniden ona rücu etmek değildir, içinde yer aldığı anayasal yapıyı da değiştirmek suretiyle bunu norm öncesi usullerle yeniden inşa etmektir. Bu ikinci türe egemen veya kurucu diktatörlük denmesinin nedeni, işte bu yapısal özelliğinden kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla bu ikincisinin kanuniliğin şeklî sınırlarının ötesinde bir meşruiyetle hareket ettiğinden söz edilebilir. 15 Temmuz başarısız askeri darbesinden sonra ilan edilen OHAL ve bunun tatbikatı, ikinci türde bir olağanüstü rejim usul ve içeriğinin varlığını ortaya koymaktadır. 20 Temmuz 2016 tarihinde ilan edilen OHAL rejimiyle sadece mevcut darbe tehdidinin yok edilmesiyle yetinilmemiş, bundan ziyade yeni bir anayasal modelin inşasına da girişilmiştir. Bu hukuksal tespiti birtakım temel örneklerle açalım.
20 Temmuz OHAL’i o güne dek mevcut anayasa kanununda, idare usulünde veya yerleşik olağanüstü rejim standartlarında öngörülmemiş yeni bir hukuksal form icat ederek anayasal olağanüstü hâl merci olan Bakanlar Kurulunu, somut herhangi bir gerekçe veya delil göstermeksizin istediği kamu görevlisini “anayasal düzen bakımından tehlikeli kişi” ilan ederek kamu görevinden ömür boyu yasaklama yetkisiyle donatmıştır. Bu durum 20 Temmuz OHAL’i öncesinde herhangi bir normatif temeli olmayan, geçerliliği doğrudan OHAL merciin tasarrufundan kaynaklanan yeni bir olağanüstü idare usulüdür. Bir idari tasarruf olmasına rağmen soyut hukuk düzleminde bile bu idari tasarrufun hangi aşamalardan veya prosedürlerden oluştuğu, birelleştirme işlemlerinin tâbi olduğu ilkelerin neler olduğu bilinememektedir. Bu bakımdan idare hukuku alanındaki bu yeni yöntem, Fransız Devrimi öncesi mutlakıyet devrinin “gizli kabine işlemleri” gibi cumhuriyet evvelindeki bir hukuk kültürünün eseridir.
Bu özelliğinin yanı sıra, mevcut 82 Anayasası’nın birtakım kamu görevi statüsü için öngördüğü bazı güvenceler anılan “KHK yoluyla ihraç” usulü marifetiyle uygulanamaz hale getirilmiştir. Örneğin üniversite özerkliğinden kaynaklanan ve üniversite öğretim elemanlarının ancak kendi üniversiter kurullarının kararları vasıtasıyla üniversitedeki görevlerinden “uzaklaştırılabileceklerine” dair güvence, istikrarlı menfi tatbikat yoluyla hukuken yok edilmiştir. Kısacası anılan “uzun” OHAL süreci içinde bürokrasi ve üniversiteler bugün dahi içeriği net bir biçimde bilinemeyen ve herhangi bir hukukî ölçüte tâbi olmayan bir yöntemle siyasi anlamda temizlenmiştir. Bu anlamda Türkiye’de yerleşik Atatürkçü hukuk devleti geleneğinin memuriyete intisapta aradığı “Atatürk İlke ve İnkılâplarına sadakat” parolası tatbikatının genişliğiyle kıyaslanamayacak bir darlıkta, yani sadece AKP ve MHP gibi iki aşırı sağcı partinin siyasi sınırlılığı içinde yeni bir politik memuriyet inşa edilmiştir.
Anayasa Mahkemesi’nin OHAL Kararnamelerini denetleyemeyeceğine dair 2016 yılının Kasım ayında Resmî Gazete’de yayımlanan kararı, Mahkeme’nin yeni bir olağanüstülük türüyle yürütülen “uzun” OHAL döneminde kendi anayasal statüsünü yeniden tanımladığı bir kamu hukuku beyanıdır. Olağanüstü haller, ister komiseriyal isterse egemen türde olsunlar içerikleri gereği bir kriz anının varlığını önkoşul olarak gerektirirler. Kriz anı, kritik anda sorulan temel soruya, yani hukukun ne olduğunun tayin edilmesini gerektiren duruma verilecek bir cevabı gerektirir. Anayasal model bu kritik anı öngörmüşse bir anayasal muhafız tayin edip bu hukuki-politik kararı vermek görevini ona tevdi etmiştir. 1961 Anayasası ve onu izleyen 1982 Anayasası bu görevi Anayasa Mahkemesi’ne tevdi etmişlerdir. Ancak Anayasa Mahkemesi Temmuz OHAL’inden çok önce anayasayı muhafaza ve kriz anı geldiğinde hukukun ne olduğunu tayin etmede son sözü söyleme görevini terk edip, anayasayı yorumlama tekeli de dahil olmak üzere bu yetkisini yürütmeye devretmiş olduğundan OHAL KHK’larını denetlemeye dair kritik yetkisini zaten mevcut değildi. Esasen Kasım 2016’da verilen bu kararla anayasal merkezdeki güç kaymasına dair devir durumu daha sarih biçimde ilan edilmiş oldu.
“Uzun” OHAL sırasında Cumhuriyet tarihinin gördüğü en temel anayasa değişikliğine gidilip Meşrutiyet Devrimi’nden beri kullanılan parlamenter anayasal bina terk edilmiş ve yürütme üzerinde yükselen bir kuvvetler birliği inşa edilmiştir. İlan edilen “uzun” OHAL’in mevcut anayasal düzeni tehlike veya tehdit geçene kadar korumak gayesinin ötesinde olduğu, yani birinci tipte bir olağanüstülük olmayıp, yeni bir normativite inşasının peşinde olduğunu kanıtlayan en çarpıcı delillerden biri de OHAL dönemine sıkıştırılan bu büyük ve kapsamlı anayasa yapıcılık faaliyetidir.
Anayasa’yı yorumlama tekelinin Anayasa Mahkemesi’nden yürütmeye geçmesinin tabii neticesi olarak, anayasa ve onun günlük anlamda “yeniden üretimini” öngördüğü yurttaş tasavvuru da içerik değiştirmeye başlamıştır. “Uzun” OHAL sürecinin yürütücüsü AKP-MHP koalisyonunun hukuk devleti prensibinin olmazsa olmaz şartlarından biri olan laiklik prensibi karşısındaki uzlaşmaz tutumları, siyasal bir kavram olan Türk’ün içeriğinin giderek “Sünni-Müslüman” ile kaynaşmasına ve Türk’ü ancak bu dini-mezhebi kimlikle tanımlamaya neden olmuştur. “Uzun” OHAL sürecinin en can alıcı sonucu, mevcut Anayasa’nın Cumhuriyet’i bir laik devlet olarak tanımlayan bu ilkesel tutumundaki yıpranma ile ölçülebilir. Zira laiklik ilkesinin bu şekilde yıpratılması sadece hukuk devleti ilkesinin imkânını ortadan kaldırmakla kalmaz, yurttaşlık statüsünü de zedeleyerek nüfusun bir kısmının ulusun homojenitesi dışında bırakılmasını sonuçlar ki, bu durum doğrudan milli egemenlik ilkesini haleldâr eden bir tasarruf olur. Bu yöndeki eğilimlerin desteklediği bu türdeki bir olağanüstülüğün “komiseriyal” bir içeriğe sahip olmakla sınırlı kalamayacağı gayet açıktır.
Kısacası 20 Temmuz 2016’da ilan edilen OHAL ve bunun hukuki etkilerini sadece bastırılmış bir başarısız darbe teşebbüsü karşısında gösterilen anayasal-kanuni bir tepki rejimi altında tasnif etmek olanaksızdır. Burada karşılaşılan şey, kısmî ve geçici bir olağanüstülüğün çok ötesinde bugün halen etkileri devam eden hukuksal bir inşanın veya inşa gayretinin ifadesidir. Ayrıca belirtmek isterim ki; bir iddianın, bir görüşün, bir tutumun, bir edimin hukuksallığı veya kanuniliği sadece bunları tek taraflı olarak belirlemek isteyecek iktidarın tutumuyla tayin edilemez; muhalefetin bunlar karşısındaki tavrı da kanuniliğin içeriğinin belirlenmesinde ve yeni bir hukuksal statünün inşa edilmesinde etki kuvvetine sahiptir. Hukuk, iddia ve karşı iddianın çekişmesinin kurallaştırılması olduğuna göre, yaşadığımız bu büyük hukuksal dönüşümün içinde muhalefetin muhalefet etmede öncelik verdiği içerik ve biçimlerle belirleyici olduğunu da hiçbir zaman unutmamak gerekir.