Olgular ve onları ifade eden kavramlar arasında hiç de keyfi olmayan ve tarihten süzülmüş bir ilişki var. Ancak bazen bir olguya ilişkin gerçek bir bilinç oluşmaksızın o olguya karşılık gelen kavramın kullanımı yaygınlaşabiliyor. Bu durumun sonucu kavramın ifade ettiğinin belirsizleşmesi oluyor. Birisi kavramı kafasına göre kullanıyor, bir başkası da kendi anlamak istediği gibi değerlendirip mahkûm edebiliyor.
Emperyalizme ilişkin örgütlü bir bilincin güçlenmediği ve aynı anlama gelmek üzere anti-emperyalist mücadelenin yükselmediği ve hatta tam tersine sonuna kadar geri çekildiği bir ortamda “emperyalizm” kavramının başına da aynı iş geldi Türkiye’de. Özellikle işbirlikçi AKP iktidarının dışarıda yaşadığı her pürüzün sonucunda içeride estirdiği hava, olgu ve kavram arasındaki açıyı daha da büyüttü. Biraz da bu nedenle ülkemizde ve dünyada yaşananlara ilişkin tartışmalar gündeme geldiğinde pek hatırlanmayan, hatırlatıldığında ise burun kıvrılan bir kavrama dönüştü emperyalizm.
Oysa olan biteni anlamak ve onu değiştirmek istiyorsak emperyalizmi mutlaka hesaba katmak zorundayız. Özellikle son dönemde çoğunluğu sosyal medya üzerinden yürüyen tartışmalar bu zorunluluğu tersten kanıtlar nitelikte. Emperyalist merkezlerin düşünce ihracını nasıl yaptığına, bunun mekanizmalarının nasıl işlediğine bakmazsanız fonculuğu “soldan” savunur bulursunuz kendinizi. Ya da ABD bankacılık sisteminin belirleyici konumunu ve ticaret tekellerinin etkisini küçümserseniz 62 yıldır ablukaya dayanan küçücük bir ada ülkesini boğmak isteyenlerle aynı safa düşersiniz. Dünyanın bir bölümünün neden ekonomik ve sosyal olarak geri kaldığına yanıtınız yoksa mülteci ve göçmen meselesinde vicdani bir alana sıkışabilir ya da sistemin kurbanlarına karşı büsbütün düşmanca tutum alabilirsiniz.
Son dönemde muhalif bir internet yayınının ABD merkezli bir vakıftan yüklü miktarda fon aldığının haberleştirilmesinin üzerine kopan gürültü ile başlayalım. Türkiye’de gazeteciliğin durumunu anlamak için gazeteci olmaya hiç gerek yok. Ülkemizde haberciliğin kendisinin, hele ki internetin yaygınlaşması ile birlikte, çoğunlukla gelir getirmediği de ortada. Kapitalizmin gazetecilik mesleğini nasıl boğduğu, AKP’nin zaten çürümüş olan geleneksel medyayı nasıl ele geçirdiği başlı başına bir araştırma konusu olur. Sonuç olarak doğrudan iktidar kaynakları ile beslenen yandaşların haricinde kalan herkes için zor bir durum var ortada. Bahsettiğimiz duruma mevcut düzenin sınırlarının dışına taşmadan bir yanıt vermek ise imkânsız.
Az sayıda düzen dışı yayın organı bu yönde çalışsa da ortada yine de büyük bir boşluk var. AKP medyanın merkezine oturdu diye herkes bir anda rıza gösterecek değil ya, muhaliflerin habere ulaşma beklentisi var. Mesleğe yeni atılan ve neredeyse her örnekte insanlık dışı maddi ve sosyal koşullarda çalışmaya rıza göstermek zorunda kalan genç gazeteciler var. Bu boşluk bir şekilde dolmak zorunda ve işte uluslararası fonlar burada devreye giriyor.
Fon mekanizmasını doğrudan bir hiyerarşi olarak düşünmekten ise özellikle kaçınmak gerekiyor. “Emperyalist merkezlerden düğmeye basılıyor ve hepsi aynı anda aynı şeyi söylüyor” gibi bir durum yok. Bu çiğlikte kimseyi bulamayacakları için değil, Türkiye’nin emperyalist kapitalist sistemdeki konumu nedeniyle böyle. Ancak mekanizma her türlü işliyor. Kimse kimseye emir vermiyor. Ama kime fon verileceği kimin en iyi gazeteci olduğuna göre değil, kimin ne kadar “network”ü olduğuna ve elbette kurulacak yayının çizgisine bakıyor.
Emir yok dedik ama hayrına para dağıtan da yok. Evrimsel süreç ile benzetirsek bir tür yapay seçilim mekanizması işliyor. Boşluğa müdahale etmek isteyen adaylar arasından parayı verenin en makul bulduğu siyasi çizgiye sahip olan hayatta kalıyor, ya da survival of the fittest (en iyi uyum sağlayanın sağkalımı). Yine evrimden devam edersek, bir sonraki jenerasyonda parayı verene daha fazla yakınsayan gazeteci bulma ihtimali de artacak elbette. Dolayısıyla, emperyalist merkezlerde yer alan kuruluşların fonlama faaliyetlerini hafife almamak gerekiyor.
Sistem dışındaki ülkelerde ise elbette bu tarz “şeffaf” fonlama yöntemleri yerini para karşılığı çığırtkanlık yapanlara ve açık saldırılara bırakıyor. Sosyalist Küba özgürlüğünü kazandığı günden beri emperyalist saldırı altında. Doğrudan işgal denemelerine, suikastlara ve insanlık dışı bir ablukaya rağmen ayakta kaldı Kübalılar. Birleşmiş Milletler’de ABD ve İsrail dışında hiçbir ülkenin düzenli olarak savunamadığı “ambargo,” ABD’nin sahip olduğu eşitsiz ekonomik güç nedeni ile çok büyük bir etkiye sahip.
Türkiye’de Brunson krizinde yalnızca tehdit nedeni ile ekonomide ortaya çıkan çalkantıyı hatırlayın. Bir de hiçbir kara sınırına sahip olmayan ülkenizin kıyılarına yanaşan tüm ticaret gemilerinin aylarca ABD’ye girişinin yasaklandığını düşünün. Doğal kaynakları kısıtlı ve ağır sanayiden yoksun ülkenize çevredeki en büyük ülkenin vatandaşlarının turistik seyahatlerini kısıtladığını hesaba katın. Üstüne ABD’nin tekelindeki bankacılık sisteminin etrafından dolanmak için ödenen onca komisyonu ekleyin. 11 milyon nüfuslu yoksul ülkeye bu süre zarfında bedeli 144 milyar doları aştığı hesap edilen büyük saldırıya karşın eğitimin, sağlığın, barınmanın ve temel gıda harcamalarının ücretsiz karşılandığını da unutmayın.
Geçtiğimiz hafta ortaya çıkan eylemler işte böyle bir ülke bir de COVID-19 salgınına maruz kalınca gerçekleşti. Yaşanan ve kimsenin inkâr etmediği gerçek sorunların sorumluluğunu emperyalist ablukayı konuşmadan sosyalizme ve Küba devrimine yıkanlar bu gerçekleri göz ardı ediyorlar. Aksine, emperyalist abluka hesaba katıldığında ve Güney Amerika’da yer alan benzer ölçekteki ülkelerdeki ekonomik ve sosyal durumla karşılaştırıldığında, Küba’nın halkına sunabildiği yaşam kalitesi ciddi bir övgüyü hak ediyor.
Benzer ölçekteki ülkeler dedik. Emperyalist kapitalist sistemin bir diğer özelliği de tekil tekil ülke ekonomileri arasında ortaya çıkan eşitsiz gelişim ve geç kapitalistleşen ülkelerin ekonomik ve sosyal açıdan geri kalması durumu. Göçmenlerin önemli bir bölümü işte bu ülkelerde yaşamlarını sürdüremeyen insanlardan oluşuyor. Sistemin yarattığı sorunlar nedeniyle ülkesinden uzaklaşmak zorunda kalanlar görece istikrarlı ve zengin ülkelere göçüyor. Göçmenlerin varlığı, göç alan ülkelerin burjuvaları tarafından işçi sınıfının kazanımlarını törpülemek ve emek gücünün değerini düşürmek için kullanılıyor. Sistem nedeni ile ortaya çıkan göç, yine hâkim sınıf tarafından kazanca çevrilirken emekçiler birbirine düşmanlaştırılıyor.
Mesele yalnızca “kendiliğinden” oluşan göçle de sınırlı değil. Türkiye’de etkilerini yakıcı bir biçimde hissettiğimiz gibi, Suriye ve Afganistan gibi örneklerde doğrudan silahlı saldırılar ve işgaller, şeriatçı katillere verilen askeri ve siyasal destekler sonucunda milyonlarca insanı yurdundan eden göç dalgaları yaşanıyor. Zaten ekonomisi oldukça kırılgan olan ve emekçilerin haklarının bir bir çalındığı ülkemizde de tepki göçmene yöneliyor. Süreci kavramadan, yalnızca bu tepkinin ahlaki açıdan yanlışlığına ilişkin tartışmalara sıkışmak ise birçoğunu hataya itiyor. Göçten zarar görenler arasında hakemlik yapmaktan ziyade çözümden bahsetmek gerek. Gerçek bir çözümden bahsetmek için ise göçün zorunluluk haline gelmesinin nasıl önleneceği, göç etmek zorunda kalanların kendi ülkelerine insani koşullarda geri dönmesinin nasıl mümkün olacağı konuşulmalı. Bunu konuşmak için de emperyalizme karşı bir çıkıştan ve sosyalizm hedefinden bahsetmek gerekiyor.
Ülkemizde ve dünyada sayısız sorun yaşanıyor ve bu sorunların temelinde emperyalist-kapitalist sistem yatıyor.
Yani hiçbir tartışmada unutmayalım: Emperyalizm diye bir şey var.
Anti-emperyalist mücadele de var ve güçlenmeli, örgütlenmeli…