İktidarın Melih Bulu’yu Boğaziçi Üniversitesi’ne rektör olarak ataması aradan geçen üç haftaya yakın sürede üniversite kamuoyunda kimseyi ikna edebilmiş değil. Üstelik üniversite bileşenleri, ikna olmamakla kalmayıp tepkilerini güçlü bir biçimde dile getirmeyi sürdürüyor.
Atamaya yönelik tepkilerin kitleselliği, kararlılığı ve yaygınlığı, öğrenci gençlik hareketi açısından da yeni bir canlanma döneminin işaretlerini oluşturuyor. Bu nedenle, tepkileri ortaya çıkartan nedenleri algılamak yeni dönemde etkili ve sonuç alıcı müdahalelerde bulunabilmek için kritik bir öneme sahip.
Melih Bulu atamasına yönelik tepkilerde olduğu gibi temel olarak kendisini akademik-demokratik mücadele alanında somutlayan talep ve tepkilerin gençlik içerisinde kitlesel bir karşılık bulması ancak bu alan ile ülke siyaseti arasındaki bir çakışmanın ürünü olabilirdi.
Boğaziçi Üniversitesi örneğinde bu ilişki birbiri ile bağlantılı iki başlık üzerinden somutlanıyor. Bunlardan ilki, AKP iktidarının herhangi bir hesap verme kaygısı gütmeden gerçekleştirdiği keyfi yönetim tarzına yönelik artan rahatsızlık. İkincisi ise bu keyfilikle bağlantılı olarak, liyakatin tüm siyasal ve toplumsal yapıda bir referans olmaktan çıkarılması. İktidar çevreleriyle kurulan siyasi ve iktisadi bağların bir yerlere gelmek için tek kıstas haline getirilmesi.
Bu ikinci başlık, bugün Türkiye’de gençliğin geniş kesimlerinin geleceğe yönelik zaten var olan kaygıları üzerinde önemli bir çarpan etkisine sahip. Dolayısıyla, Melih Bulu’nun rektörlük için gerekli vasıflara sahip olmaması öğrenciler için bir gelecek simülasyonu işlevi taşıyor. Bir yanda kayırmacılığın zemini haline getirilen mülakat puanları, isme özel açılan akademik ilanlar, diğer yanda ise mezuniyet sonrasında iş bulma kaygısı ile geçecek aylar. Üniversitenin mezunlarının da birçok farklı noktada eylemlere ses vermiş olması bu tablonun ürünü. Melih Bulu’nun istifası bu anlamıyla sadece üniversitenin bugününe değil ülkenin geleceğine yönelik de bir talep.
Boğaziçi Üniversitesi’ndeki sürecin bir diğer önemli noktası ise öğrencilerin neredeyse tümünün bu atamaya karşı olması. Uzaktan eğitimin devam ettiği ve çok sayıda insanın şehir dışında olduğu bir dönemde eylemlerin yakaladığı kitlesellik bu anlamda kayda değer. Öte yandan, eylemlere katılmayan ve iktidara yakınlığıyla bilinen toplulukların dahi atamaya karşı pozisyon alması dikkat çekici. Yandaş medyanın ve iktidarın hedef göstermelerinin de üniversite kamuoyunda etki oluşturamamasıyla birleştirildiğinde, bu birlik hali, gençlik siyaseti açısından pek de alışılageldik bir tablo sunmuyor.
Açmaya çalışırsak… Ülkemizde ve dünyadaki geçmiş pratikler, gençliğin harekete geçmesinde ideolojik süreçlerin önemli bir ağırlığa sahip olduğunu ve bu ağırlığın kendisini bir bütünlük halinden çok ülkedeki siyasi taraflaşmaların bir yansıması ile gösterdiğini ortaya koyuyordu. Bu nedenle, gençliğin ilerici taleplerle hareketlendiği süreçlerde düzeni destekleyen bir karşıt kesimin göstermelik veya temsili de olsa bir ses çıkarabildiğine şahit olabiliyorduk.
Bu kuralın Boğaziçi Üniversitesi örneğinde görünürde işlemiyor olmasının nedeni ise Boğaziçi’nin demokratik kültüründen çok iktidarın ikna kabiliyetindeki aşınmada aranmalı. Rıza üretme kabiliyetini büyük ölçüde yitirmiş olan iktidar, tam da bu nedenle gençlik içerisinde kendisine yakın olabilecek kesimleri bırakalım mobilize etmeyi kendisi ile aynı pozisyonda tutma becerisini dahi gösteremiyor. Bununla birlikte, tüm karar alma yetkisinin ve sorumluluğun tek bir kişiye sıkışması, iktidarın hamle yapma esnekliğini de elinden alıyor. AKP’nin iktidarı tek bir kişide toplamak için attığı adımlar, bir üniversitenin rektörüne yönelik tepkileri doğrudan doğruya Erdoğan’ın yetkilerini sorgulayan bir konuma getirebiliyor.
Boğaziçi Üniversitesi öğrencilerinin tepkisini değerli kılan tam da bu tablonun karşısında geri adım atmamaları. Gençliğin bu kararlılığı, ülkenin geleceği adına umutlu olmak için önemli bir başlangıç noktası sunuyor. Başlangıçtan ötesine geçmek için ise kararlılığın örgütlü bir iradeye dönüştürülmesi gerekiyor.