Ayasofya’nın müze statüsünün kaldırılması süreci Türkiye’de düzen siyasetinin geldiği nokta açısından epey öğretici. Zaten sağcı olan İyi Parti, DEVA Partisi ve Gelecek Partisi’nin bu hamleyi desteklemesi kimseyi şaşırtmadı. Sonuçta, modern görünmek için 140Journos’ta yayımlanan bir videoda Anıtkabir’e yürürken gösterilmeniz ya da Twitter’da Dark dizisi ile ilgili paylaşımlar yapmanız yeterli. Kimse tutup da partinizin programına, meclis faaliyetlerine ya da yöneticilerinizin açıklamalarına bakacak değil. Olur da birileri bakarsa onları da Erdoğan-Bahçeli ikilisi ile korkutmanız mümkün. Beterin beteri var.
CHP için işler daha karışık. Sonuçta hem Ayasofya konusunda ölü taklidi yapmak hem de ülkedeki laik seçmenin çok önemli bir bölümünü temsil etmeyi sürdürmek ciddi bir maharet istiyor. Neyse ki Ayasofya meselesi CHP’nin ilk sınavı değil. Bu konuda epey deneyim biriktirdiler. Bu engin deneyimler ışığında genellikle iki temel varsayımı öne sürerek AKP karşıtı ve cumhuriyetçi kesimlerin talep ve beklentilerini soğurmaya ve ertelemeye çalışıyorlar. Bunlardan ilki, gerilimi yükseltmenin AKP’nin elini güçlendireceği. İkincisi ise AKP’nin devrilmesi için sağ seçmeni kazanmaya çalışmak gerektiği.
İlk varsayımın yanlışlığını anlamak için çok da uzağa bakmalarına gerek yok. İmamoğlu’nun görece sakin geçen ilk İstanbul yerel seçiminde ve gerilimli bir atmosferde girilen ikinci yerel seçimde aldığı oyları karşılaştırarak işe başlayabilirler. İkinci varsayım da çok sağlam temellere dayanmıyor. AKP’nin 18 yıllık gerici politikaları, toplumsal düzlemde istedikleri sonuçları yaratmanın çok uzağında. İktidar bloğunun yaşadığı sıkışmanın bir nedeni de toplumun talep ve beklentileri ile sergiledikleri çarpıcı uyumsuzluk. Bu anlamıyla, AKP-MHP koalisyonu Türkiye toplumunu temsil etme yeteneğini gittikçe kaybediyor. Bu tablo karşısında muhalefetin de bu temsil yeteneğini yitirmiş siyasi hatta yakınlaşarak toplumla ilişki kurabileceğini varsayması için geçerli bir neden bulunmuyor.
Öte yandan, bu varsayımların doğru olması durumunda dahi yapılması gereken toplumdaki gericileşmenin parçası olmak değil, süreci tersine çevirebilecek bir mücadele hattı inşa etmek olurdu. Çünkü, siyaset tek başına var olan toplumsal denge içerisinde en çok destekçiyi bulma işlemi olarak görülemez. Var olandan farklı bir zemini inşa etmek isteyen her siyasi aktör, bunun için aynı zamanda mevcut toplumsal dengeyi de değiştirme çabasına girmek durumundadır. Bu noktada sorulması gereken soru şu: Düzen muhalefetinin AKP tarafından inşa edilen zemin ile bir sorunu var mı?
Dolayısıyla CHP’nin iktidar bloğunun gerici hamlelerine sessiz kalması, tek başına gerilimin AKP’yi besleyeceği ve sağ seçmene seslenme gerekliliği varsayımlarından kaynaklanmıyor ve bu anlamda taktiksel bir tavırdan ibaret değil. Çünkü, CHP’nin sessiz kaldığı ya da üstü kapalı biçimde destek verdiği başlıklar bu partinin politik çizgisi ile bir tutarsızlık taşımıyor. Uzunca bir süredir CHP, Türkiye’nin AKP ile geçirdiği gerici dönüşüm zeminini kabullenmiş durumda. Muhalefetini de bu zeminin sorgulanması değil kabulü üzerine inşa edilecek bir normalleşme ihtiyacı üzerine kuruyor.
Bir siyasi hareketin topluma baktığında ne gördüğü, hangi ögeleri öne çıkarırken hangilerini geriye ittiği doğrudan doğruya o hareketin ülkenin geleceğine yönelik tasavvuru tarafından belirlenir. Politik perspektifi, AKP tarafından inşa edilmiş olan gerici rejimi normalleştirmek olan bir siyasi partinin de topluma baktığında gerilimden hoşlanmayan sağcı bir yığın görmesi bu anlamda şaşırtıcı değil.
İktidarı ve muhalefeti ile düzenin tüm aktörleri tarafından görmezden gelinen laiklik talebini görünür ve etkili kılma görevi ise sosyalistlere düşüyor. İstanbul’a baktığında Fatih’in mirasını görenlerin saltanatını bir kere daha yıkmak için…