Lübnan bugün iki öne çıkan ihtimal arasında kilitlenmiş durumda. Faturanın iç siyasetin taraflarından birine kesilmesi sonucunda mevcut çürümüş düzenin devam etmesi veya ‘yenilenme’ adı altında Batı emperyalizmine daha fazla bağımlılık. Peki, Lübnan halkı seçeneksiz mi?

Lübnan’ın başkenti Beyrut’ta 4 Ağustos’ta meydana gelen, 163 kişinin ölümü ve 6 bine yakın kişinin yaralanmasına yol açan patlama, yalnızca limanı ve kenti değil, ülkenin diken üzerinde duran siyasi dengesini de yerle bir etti. Can kayıplarının yarattığı öfke dalgası, patlayan 2 bin 750 ton amonyum nitratın neden orada bulunduğuna ilişkin soru işaretleri ve uzun süredir devam eden eylemlilik süreci, yaşanan patlamayı bir kazadan çok daha ötesine taşımış durumda.

Patlamanın ülkenin geleceğine ilişkin siyasi etkilerine değinmeden önce, patlamayı ve patlamanın gerçekleştiği, Akdeniz’in en büyük limanlarından olan Beyrut Limanı’nı tanımakta fayda var. Zira, bu patlama tabiri caizse ‘olabilecek en kötü yerlerden birinde’ gerçekleşti.

Limanın Önemi

Beyrut Limanı, başkent Beyrut’un kuzeyinde Akdeniz kıyısında bulunuyor ve Lübnan Dağları’nın etkelerinde yer alıyor. Tarihsel olarak da bu liman, Doğu Roma döneminden bu yana aktif işleyişini sürdürüyor.

Liman, 1894 yılında Osmanlı döneminde genişletilerek kullanıma devam edildi ve 1925 yılında bir süre Fransızların elinde kaldı. Limanın yeniden Lübnanlıların hakimiyetine geçmesi ise 1960 yılında, ülkenin uzun süreli iç savaş dönemine henüz 15 yıl varken gerçekleşiyor.

1975 yılında başlayan, tam 15 yıl 6 ay süren ve 150 binden fazla kişinin ölümüyle sonuçlanan iç savaştan Lübnan Limanı da nasibini almıştı.

Şu anda ise liman, bütün tesisleriyle birlikte 1,2 milyon metrekarelik bir araziyi kaplıyor, yılda 1 milyon 200 bin konteyner taşıma kapasitesine sahip ve 1 milyon 2 bin metrekarelik bir su havzası alanı bulunuyor. Liman, ülkeye gelen ithal ürünlerin çoğunluğunun da ülkeye giriş alanı.

Daha da önemlisi, limanda çok sayıda uluslararası gemi nakliyat firması faaliyet gösteriyor, birçok turist gemisi ve deniz araçları da yine Beyrut Limanı’na yanaşıyor.

Özetle, 1 ABD dolarının 1509 Lübnan Lirası’na denk gelmesi, Lübnan’ın dünyanın en borçlu ülkelerinden biri haline gelmesi (Kamu borcu 90 milyar doları aştı) gibi etkenler düşünüldüğünde, Lübnan’ın ‘dışa açılan kapısı’ olan bu limanda yaşanan patlamanın ülke ekonomisine – ve zincirleme olarak siyaset alanına – etkileri, patlamanın şiddeti ve medyada kendisine sıkça yer bulan yıkım görüntülerinden dahi daha ürkütücü.

Patlamanın ardından Lübnan resmi makamları peş peşe adımlar attı:

2 haftalık olağanüstü hal ilan edildi. Lübnan Savunma Bakanı Zeyne Aker, patlamanın ertesi günü “Sorumlular cezalandırılacak” açıklamasında bulundu. Beyrut Valisi Mervan Abbud, patlamanın 3 ila 5 milyar dolar hasara yol açtığını ve ‘en az 300 bin kişinin yerlerinden olduğunu’ belirtti. Hükümet, depoda güvenliği denetleyen tüm liman yetkililerine ev hapsi verdi, Cumhurbaşkanı ‘şeffaf soruşturma’ vaadinde bulundu…

Ancak, patlamanın gerçekleştiği dakikadan itibaren atılan bu adımlar, patlamadan henüz iki gün önce bile insanların yoksulluk nedeniyle intihar ettiği Lübnan’da ‘günü kurtarmaya’ yetmedi.

Lübnan’ın içerisinde bulunduğu bu krizin sebepleri ise yine Lübnan’ın iç siyasi dinamiklerinde saklı.

Patlamanın Hatırlattığı Yozlaşma

Patlama gerçekleşir gerçekleşmez, akla gelen ilk ihtimal bunun bir saldırı olabileceği yönündeydi. Patlamanın ayrıntıları ortaya çıktıkça bunun bir saldırı olmadığı anlaşılsa da, İsrailli faşist Zehut Partisi’nin başkanı – ve eski Meclis Başkan Yardımcısı – Meshe Feiglin’in patlamadan bir gün sonra yaptığı ‘memnuniyet’ açıklamasını da not düşmekte fayda var. Zira bu memnuniyetin ifade ettiği İsrail tehdidi, Lübnan iç dinamiklerine de etki eder nitelikte. Feiglin, patlamayla ilgili hemen ertesi gün yaptığı açıklamada “Sevgililer Günü (İbrani takvimine göre 4-5 Ağustos) onuruna, Beyrut Limanı’nda muhteşem bir havai fişek gösterisi seyrettik. Bu cehennemin bize roket olarak düşeceğini biliyor muydun?” demişti.

Ancak, olayın bir saldırı olmadığının anlaşılması, çok daha yakıcı bir sorunu gündeme getiriyordu: Lübnan’daki denetimsizlik ve kurumlardaki derin yozlaşma. Patlayıcı maddenin limana nasıl geldiğine ilişkin en çok anlatılan senaryo, Gürcistan’dan gelen bir geminin Lübnan açıklarında arıza yapıp Beyrut Limanı’nda terk edildiği yönünde olsa da, amonyum nitratın tam olarak kime ait olduğu ve ne amaçla kullanılacağı gibi sorulara hala kesin yanıtlar verilebilmiş değil.

Öne sürülen bir diğer ihtimal ise, limanda bulunan patlayıcı maddenin Hizbullah’a ait olduğuydu. Hizbullah ise, iddiaları kesin bir dille yalanladı. Patlamadan iki gün sonra konuşan Hizbullah Genel Sekreteri Hasan Nasrallah, “Bu yalandır, bizler Beyrut Limanı’nı kontrol etmiyoruz ve içinde ne olduğunu bilmiyoruz” dedi. Hizbullah’ın silahlarını ülkeye deniz yolu yerine Suriye sınırından soktuğu biliniyor, bu açıdan Nasrallah’ın açıklaması mantıklı, ancak genel sekreterin açıklamasındaki kritik nokta ise şu satırlarda yer alıyor:

Lübnan devleti, bu konuda sonuç alamıyorsa siyasi yönetim ile devlet kurumlarından umutları kesmeliyiz.”

Dolayısıyla, Lübnan basını da başta olmak üzere, devam eden tartışma, amonyum nitratın kime ait olduğu ve patlamanın tam olarak nasıl gerçekleştiği gibi teknik sorulardan çok, limanın yönetiminin hangi siyasi gruba ait olduğu, patlamadan tam olarak hangi grubun sorumlu olduğu gibi fatura çıkarmaya yönelik konular üzerinde seyrediyor. Patlama sonucunda bir iç hesaplaşma şimdiden başlamış durumda ve ülkedeki her siyasi grup birbirini suçluyor.

Patlamadan 6 gün sonra Başbakan Hassan Diab hükümeti istifasını sunduğunu açıkladı. Diab da, istifa açıklamasında Nasrallah’la paralel bir şekilde meydana gelen patlamanın ‘yaygın yolsuzluk nedeniyle’ gerçekleştiğini söyledi.

Mezheplere Bölünmüş Ülke

Siyasi gruplar demişken, Lübnan’ın siyasi sistemini bilmeyenler için özetleyelim:

Lübnan’da yönetim ülkede bulunan dini inanç ve mezheplere bölünmüş durumda. Bu sistemin mucidi ise Fransa. Sömürgeci Fransa tarafından 23 Mayıs 1926’da hazırlanan bu sistem, -bazı maddeleri iç savaş ve Taif anlaşması sonucunda Müslümanlar lehine değiştirilse de- iktidarı Müslümanlar ile Hristiyanlar arasında paylaştırıyor. İsmi ‘Ulusal Pakt’ olan bu anlaşmada, cumhurbaşkanının Maruni, meclis başkanının Şii, başbakanın Sünni olması öngörülüyordu. Lübnan’da hala bu sistem devam ediyor.

Dolayısıyla, ülkede yaşanan her siyasi altüst oluş, aynı zamanda iktidarı bölüşen inanç ve mezhep gruplarının iç çekişmesiyle sonuçlanıyor. Bütün bu tablo içerisinde Hizbullah ise ülkenin önemli kesimleri tarafından ‘reformların önündeki engel’ olarak görülse de, örgüt Lübnan’ın direniş ekseninin önemli bir kısmını oluşturuyor ve silahlı gücüyle neredeyse Lübnan ordusundan bile daha güçlü bir askeri hattı temsil ediyor.

Emperyalizm Pusuda

Tam da bu noktada, patlamanın ardından beklendiği üzere halkın memnuniyetsizliği tepe noktaya ulaşmış, hükümet istifa etmiş ve siyasi gruplar iç çekişmeye düşmüşken, Macron başta olmak üzere ‘Lübnan’dan demokrasi bekleyenlerin’ açıklamalarının da anlam kazandığı noktaya geliyoruz. Lübnan’ın iç siyasetinden kaynaklı devam eden uzun süreli kriz, liman patlamasıyla birleşince Lübnan’ın kaderi üzerinde ‘eskisi gibi söz sahibi olmak isteyen’ ne kadar kuvvet varsa hızla bölgeye üşüşmeye başladı bile.

Bunlardan ilki –ve en önemlisi- ise Fransa oldu. Patlamanın ardından bölgeye giden ilk siyasi lider olan Macron, Lübnan’ı bugünlere getiren sistemin mimarı olan Fransa’nın cumhurbaşkanı değilmiş gibi, patlamanın yaralarını sarmaya çalışan Lübnan’a ‘yardım elini uzattı.’ Lübnan’daki patlama sonrasında Türkiye de dahil olmak üzere çok sayıda ülke yardım elini uzatmışken, Batı dünyasının ve özellikle Fransa’nın yardım hamleleri, içerisinde başka bir siyasi ajandayı daha barındırıyor: siyasi reform.

Siyasi reformun ise, Doğu Akdeniz’de hegemonik arayışlarını güçlendiren Fransa’nın Lübnan’a dair en çok istediği gelişme olduğu sır değil. ‘Lübnan’ın yalnız olmadığını’ söyleyen Macron, “Şu anda Lübnan’a koşulsuz şekilde yardıma öncelik verilmesi gerekiyor” dedi ve Lübnan’a ‘uluslararası yardımın koordine edilmesi için girişim başlatacağı’ sözünü verdi.‘İyi niyetli’ görünen bu sözün arkasında ise Dünya Bankası’nın veya IMF’nin dayatacağı siyasi reformlar, yardımın kullanım alanının ‘koordineli’ yürütülmesi ve patlamaya ilişkin yürütülecek soruşturmalara katılım sağlamak gibi hiç de ihtimal dışı olmayan ihtimaller yer alıyor. Bu tablo ise, halihazırda ekonomik ve siyasi zorluklarla cebelleşen Lübnan halkının çok dağa ağır yükler altına sokulması ve nihayetinde emperyalizmin Orta Doğu’da bir kale daha edinmesi anlamına geliyor.

Kaldı ki, Lübnan yalnızca kendi kriziyle değil, dolaylı yoldan ABD’nin Suriye’ye yönelik Sezar yaptırımlarından da etkileniyor. Suriye, mevcut yaptırımlar nedeniyle bankacılık işlerini Lübnan üzerinden yapıyordu ve bu da Lübnan için önemli bir gelir kaynağı haline gelmişti. Dolayısıyla, Sezar yaptırımları da Lübnan ekonomisine darbe vuran etkenler arasında.

Bir diğer deyişle, Lübnan bugün iki öne çıkan ihtimal arasında kilitlenmiş durumda. Faturanın iç siyasetin taraflarından birine kesilmesi sonucunda mevcut çürümüş düzenin devam etmesi veya ‘yenilenme’ adı altında Batı emperyalizmine daha fazla bağımlılık. Peki, Lübnan halkı seçeneksiz mi? Emekçi sınıfların örgütlülüğü ne durumda?

Lübnan Solu Ne Diyor?

Lübnan’ın önemli siyasi aktörlerinden Komünist Parti, patlamanın ardından mağdurların ailelerine başsağlığı dileyerek sorumluların ortaya çıkarılması için acil bir soruşturma talep etmişti. Bu olaya ilişkin ‘Sorumlular açığa çıkarılsın’ talebini yükselten Lübnan Komünist Partisi, ülkeye geçen sene damgasını vuran ve yeni bir eylemlilik geleneği başlatan 17 Ekim hareketini ise bir ‘devrim’ olarak görüyor.

Lübnan’da ekonomik krize ve başta iletişim alanı olmak üzere yeni vergilere karşı geçen sene başlayan 17 Ekim eylemleri, kısa sürede yurt çapına yayılarak kitlesel eylemlerle sonuçlanmıştı. Eylemlerde hükümet geri adım atmış, ‘ekonomik krizi hafifletmek için’ bakan ve vekil maaşlarında yüzde 50 oranında kesintiye gidilmesi, Enformasyon Bakanlığı ile bazı kamu kurumlarının kapatılması gibi kararlar içeren bir reform paketi uygulanamya başlanmıştı. Ülkede yeni bir dönemin habercisi sayılan bu eylemlere ilişkin en çok merak edilen ise Hizbullah’ın tutumuydu. Hizbullah, eylemleri ‘kendiliğindenci ve mezhepler üzeri’ olarak tanımlasa da, sonraları ‘vatanseverlerin azınlıkta kaldığına’ ve ‘bazılarının yabancı istihbarat servisleriyle ilişkisi olduğuna’ dikkat çekerek ‘kendi diliyle’ renkli devrim uyarısında bulunmuştu.

Hakikaten de, eylemlerde Hizbullah destekçilerinden ‘Batı tipi demokrasi’ talebinde bulunan gruplara kadar çok sayıda kesimden katılımcı bulmak mümkündü.

Eylemlere aktif katılım gösteren ve yukarıda da belirttiğimiz gibi süreci ‘devrim’ olarak nitelendiren Lübnan Komünist Partisi ise, işçi sınıfının ayaklandığı görüşündeydi. Konuyla ilgili olarak geçen sene Sendika’nın sorularını yanıtlayan Lübnan Komünist Partisi Merkez Komite üyesi Cena Yasmin Nahal, süreçle ilgili olarak “Bu 17 Ekim ayaklanmasıdır. Halkımızın büyük ayaklanmasıdır ki Lübnan’da daha önce eşine rastlanmamıştır” ifadelerini kullanıyordu.

Nahal’ın görüşleri her ne kadar ülkedeki sosyalist hareketin tavrına ilişkin öğretici olsa da, açıklamanın işçi sınıfına dair boyutu genel olarak ne yazık ki temennilerden ibaret. Zira 17 Ekim sürecinde ve sonrası dönemde işçi sınıfının güncel siyaset üzerindeki etkisine dair güvenilir bir veri şu an için elimizde bulunmuyor. Dahası, işçi sınıfı içerisinde dahi ülkedeki hakim mezhepçi eğilimlerin etkisinin sınıf çelişkilerinden önce geldiğini de söylemek mümkün. Bu durum, ülkedeki siyasi aktörlerin her birinin bir mezhebe yaslanması, baskın politika yürütmeleri ve sürekli savaş tehdidiyle yüz yüze yaşayan Lübnan’da doğal olarak gelişen milliyetçi reflekslerde de alakalı.

Bu denklem, 2020 yılı eylemlerinde de, patlama sonrası halkın ortaya çıkan öfkesinde de aynı şekilde işledi. Görünene göre, insanları Hizbullah’ın tabiriyle ‘mezhepler üstü’ bir şekilde birleştiren motivasyon, ülkedeki kurumsal çürümenin ve yoksulluğun yarattığı öfkeydi ve görünen o ki Lübnan komünist hareketinin sokağa dökülen vatandaşları sınıf mücadelesi ekseninde yönlendirecek bir sevk ve idare gücü henüz bulunmuyor. Burada, komünistlerin gerçekleştirdiği bazı eylemleri yine de es geçmemek gerekiyor. Son olarak, Macron’un ülkeye gerçekleştirdiği ikinci ziyaret de protesto edildi ve eylemlere katılan halka ‘rejime karşı ortak mücadele’ çağrısında bulunuldu.

Toplam olarak bu durum, aynı durumdaki bütün örneklerde karşımıza çıkan ve çıkabilecek genel bir sorunu gözler önüne seriyor: Sınıf siyaseti güden, antiemperyalist, ‘odak’ halini alabilen bir siyasi öznenin eksikliği.

Devlet kurumlarının yozlaşması, mezhepçilik, doğal felaketler veya kazalar… Eğer güçlü bir ‘mıknatıs’ olamadıysanız, doğruları ve olması gerekenleri ne kadar sıralarsanız sıralayın, kitleler bu tür olaylar karşısında – sonu çok kötü bitecek olsa dahi – daha kolay ve hızlı alternatiflere yöneleceklerdir ve onları çekim alanınıza almanız imkansızlaşacaktır. Böyle olması doğaldır da.

Lübnan örneğinde de, yolsuzluğa ve çürümüşlüğe karşı ayaklanan milyonların kısa vadeli ve sistem içi çözümlere yönelerek bazı ‘renkli’ değişimlere yol açması ihtimal dışı değil. Üstelik, ülkeye ikinci ziyaretini gerçekleştiren Macron için ‘Doğu’nun Paris’inden’ alkış sesleri yükselmeye başladı bile.

Yararlanılan Kaynaklar:

[1] https://sputniknews.com/analysis/202008061080083563-how-beirut-port-explosion-put-lebanon-on-the-brink-of-survival/

[2] https://www.gazeteduvar.com.tr/yazarlar/2020/08/10/lubnan-devrilmesi-gerekenlerin-devrimi/

[3] https://tr.sputniknews.com/ceyda_karan_eksen/202008051042605353-lubnana-yardimlar-karsiliksiz-olmayacak-ic-siyaseti-dizayn-etmeye-calisacaklar/

[4] https://www.bbc.co.uk/news/world-middle-east-53686563

[5] https://sendika63.org/2019/10/lkp-mk-uyesi-nahal-17-ekim-ayaklanmasi-lubnan-isci-sinifinin-isyanidir-567131/

Döviz ile destek olmak için Patreon üzerinden bağış yapabilirsiniz.
Türk Lirasıyla destek olmak için Kreosus üzerinden bağış yapabilirsiniz.
Devrim dergisini dijital ya da basılı olarak edinmek, abone olmak için Shopier’daki mağazamıza göz atabilirsiniz.
Erkin Öncan
Author