Türkiyeli bir devrimci stratejinin ülkedeki kapitalizme karşı verilecek mücadeleyi Türkiye’nin bağımsızlık ve ilerleme sorunlarıyla ilişkilendirmesi ve sosyalizmi bu sorunlara da bir yanıt olarak inşa etmesi bir gereklilik olarak karşımıza çıkmaktadır.
Türkiye sosyalist hareketinde strateji tartışmalarının öne çıktığı 1960’lı yıllarda öne çıkan temel başlıklardan biri devrimci stratejinin temel olarak iç dinamiklere mi yoksa dış dinamiklere mi referansla kurulabileceği sorunuydu. Tartışma ana olarak antikapitalist mücadele ile antiemperyalist mücadele arasında kurulması gereken ilişki düzleminde yoğunlaşıyordu. Sosyalist devrim tezinin savunan kesimler açısından ilk düzlem ön plana çıkarken MDD tezlerini savunan çevrelerde ikincisi daha baskın bir hale geliyordu.1 Devrim’in bu sayısında 1960’ların strateji tartışmaları ile ilgili Mithat Çelik imzalı ayrıntılı bir değerlendirme yazısı yer alıyor. Okurlarımızın Çelik’in yazısını da incelemesi tartışmanın bütünü açısından tamamlayıcı bir işleve sahip olacaktır.
Ortadaki tartışma tek başına Türkiye’ye özgü de değildi. Geç kapitalistleşme süreci, benzer durumdaki ülkelerin tümünde emperyalizme karşı mücadele ile kendi ülkesinin kapitalist sınıfına karşı mücadele arasında bir ilişki kurma zorunluluğunu dayatıyordu.
Bu zorunluluğun tarihsel köklerini anlamak için kapitalizmin dünya ölçeğinde kendisini egemen bir sistem olarak kurduğu sürece ve bu sürecin beraberinde getirdiği tepkilere bakmamız gerekiyor. Her şeyden önce kapitalizmin gelişimi erken kapitalistleşen ülkeler için kendi ülkelerindeki feodal üretim ilişkilerine karşı bir zaferi ifade ediyordu. Kapitalizmin bu zaferi ile inşa ettiği sömürü düzeni bir yandan yeni bir toplumsal sınıfın oluşumunu da beraberinde getirdi: proletarya. Bu zaferin bir diğer doğrudan sonucu ise “…batılı birkaç rejim, özellikle İngiltere tarafından yerkürenin egemenlik altına alınması…”2 Eric Hobsbawm, Devrim Çağı, Dost Yayınları, Ankara 2016, çev: Bahadır Sina Şener, sf. 12 oldu.
Hobsbawm’ın kapitalizm açısından “genişlemeyi daralmaya dönüştürecek güçlerin doğuş tarihi” olarak tanımladığı 1789-1848 dönemi kapitalist sistemin sürekli olarak karşısına çıkacak iki ana tepki kanalının da nüvelerini oluşturdu. Bu dönemde bir yandan “Batı’nın fethettiği ülkelerin, ona karşı kullanmak üzere Batı’nın fikirlerinin benimsedikleri (…) sürecin ilk evreleri (…)”oluşurken bir yandan da “ilk klasik formülasyonuna 1848’de kavuşan sosyalist ve komünist ideoloji” doğuyordu.2 Eric Hobsbawm, Devrim Çağı, Dost Yayınları, Ankara 2016, çev: Bahadır Sina Şener, sf. 12
Benzer biçimde 20. yüzyıla gelindiğinde uluslararası komünist hareket de stratejisini üç temel ayak üzerine kuruyordu: Gelişmiş kapitalist ülkelerdeki işçi sınıfı mücadeleleri, sömürge ve yarı sömürge ülkelerdeki ulusal bağımsızlık mücadeleleri ve reel sosyalizm ile emperyalist kapitalist sistem arasındaki mücadele. İlk iki eksenin Hobsbawm’ın tanımladığı iki tepki kanalıyla örtüştüğü görülecektir. Mücadeleye üçüncü ekseni ekleyen gelişme ise Ekim Devrimi ile ortaya çıkan sosyalist deneyimlerdir. Bu anlamıyla reel sosyalizm deneyiminin varlığı, mücadeleye üçüncü bir düzlem ekliyordu.
Türkiye’de sınıf mücadelelerinin tarihine bakıldığında da ise her iki tasnifle de güçlü ilişkiler kurulabileceği görülüyor. Bu yönüyle, bir dönem sosyalist harekette epey revaçta olan ve Türkiye’nin dünya kapitalizminin ana gelişim çizgisinden ayrıksı bir yere oturduğu varsayımına dayanan özgücü tezlerin de aksine bir doğrultuya işaret ediyor.
Hobsbawm’ın bahsettiği ilk tepki kanalı aynı zamanda Osmanlı’da başlayan modernleşme hareketlerini de içerisine yerleştirebileceğimiz bir zemini ifade ediyor. Çünkü kalkış noktasından itibaren Türkiye modernleşmesi, ülkenin artık gittikçe zayıflayan varlık zeminini ilerleyerek/Batılılaşarak/çağdaşlaşarak yeniden kurma eksenine dayanıyordu. Bu zemini daha önceki bir yazımızda şu şekilde tarif etmiştik:
“(Türkiye moderleşme tarihinin) … bütününe bakıldığında iki ana eksenin bir biçimiyle varlığını koruduğu görülebilir: Birlik ve emperyalizme karşı bağımsızlık temaları üzerinden şekillenen bir varlık – yokluk sorunu ve ilerleme temasının farklı uğraklarda kendisini Batılılaşma girişimleri, anayasacılık ve meşrutiyet denemeleri, cumhuriyet atılımı, kalkınma ve demokrasi tartışmaları, laiklik ve (yine) cumhuriyet mücadelesi gibi farklı biçimlerde dışa vurması. Bir not daha düşmek gerekirse modernleşme sürecinin başından itibaren bu iki ana eksen arasında ilerleyerek varlığını koruma çabası biçiminde tarif edilebilecek güçlü bir ilişkinin de varlığını sürdürdüğü gözlenebilir.”3 Devrim Çetinocak, “Sosyalist Hareket Köksüz mü?”, Yeni Yazılar Sayı 17, Mayıs 2019, sf. 25
Bu tabloya bakıldığında ülkede kapitalist üretim ilişkilerinin de yerleşik hale gelmesine tekabül eden sürecin ilerleyen aşamalarında bağımsızlık ve ilerleme eksenleri ile kapitalizme karşı mücadele arasında bir ilişkinin oluşmaya başladığı görülecektir. Bunun nedeni burjuva devrimlerinin her örnekte geçerli olan yarım kalmışlığının gecikmiş kapitalistleşmede daha da belirgin bir hal almasıdır. Bu sürecin doğal sonucu ise ülkede yerleşik hale gelen kapitalizmin bağımsızlık ve ilerlemenin önünde bir engel halini almaya başlamasıdır.
Dolayısıyla geç kapitalistleşme sürecinde başlangıçta daha çok dışa karşı verilen ve içeride de feodalitenin yerleşik yapılarına yönelik bir tasfiyeyi kapsayan bir mücadele ile tanımlanan problematikler zaman içerisinde ülkede yerleşik hale gelen kapitalizme karşı mücadelenin yanıtlayabileceği sorunlar halini almaktadır.
Burjuva devrimlerinin eksikli olması bir kural olduğu ölçüde burjuva demokratik devrim ile ilişkilendirilen kimi sorunların çözümü ile sosyalizm mücadelesi arasında bir kronoloji ilişkisi kurmak da gerçekçi olmayacaktır. Benzer biçimde, burjuvazi artık gerici bir karakter taşıdığı ölçüde bu sınıfın herhangi bir bölmesinden de bir hayır beklenmemelidir. Bütün yük bizim sırtımızdadır.
Bu durum, Türkiye örneğindeki gibi geç kapitalistleşmiş ülkelerde, sosyalist hareketin sırtında geçmişin yükünü taşımasından dolayı göreli bir dezavantaja sahip olduğu biçiminde yorumlanmamalıdır. Aksine bahsettiğimiz tablo, sosyalist hareketin ülkenin modernleşme tarihinin temel problematikleriyle bağ kurmasının zeminini oluşturabilecek bir olanak anlamına gelmektedir.
Buradan uluslararası komünist hareketin üçlü mücadele eksenine gelecek olursak… Öncelikle reel sosyalizmin çözülüşünün yalnızca doğrudan kendisi ile ilgili olan üçüncü ekseni değil, sömürge ve yarı sömürgelerdeki ulusal kurtuluş mücadeleleri eksenini de etkilediği belirtilmelidir. Sovyetler Birliği’nin merkezini oluşturduğu dünya sosyalist sistemi ile dayanışma olanağı ortadan kalktığı ölçüde, bu tarz mücadelelerin gerçek anlamda bir bağımsızlıkla sonuçlanması için giderek daha fazla sosyalist bir karakter taşıması bir zorunluluk halini almıştır. Aksi durumda karşılaşılacak olan en fazla dış politikada içerisinde bulunulan ittifakların değişimi olabilir.
Türkiye kapitalizminin yerleşiklik ve gelişkinlik düzeyine baktığımızda ise Türkiye devriminin birinci eksene yerleşeceğini ve bu anlamıyla sosyalist bir karakter taşıyacağını söylemek gerekmektedir. Ancak geç kapitalistleşmenin etkisini daha da arttırdığı burjuva devriminin yarım kalmışlığı olgusu tasnifte genellikle ikinci eksen ile ilişkilendirilen bir dizi görevin de sosyalist hareketin üzerine yüklenmesi anlamına gelmektedir. Bu anlamıyla, Türkiyeli bir devrimci stratejinin ülkedeki kapitalizme karşı verilecek mücadeleyi Türkiye’nin bağımsızlık ve ilerleme sorunlarıyla ilişkilendirmesi ve sosyalizmi bu sorunlara da bir yanıt olarak inşa etmesi bir gereklilik olarak karşımıza çıkmaktadır.
Notlar:
[1] Devrim’in bu sayısında 1960’ların strateji tartışmaları ile ilgili Mithat Çelik imzalı ayrıntılı bir değerlendirme yazısı yer alıyor. Okurlarımızın Çelik’in yazısını da incelemesi tartışmanın bütünü açısından tamamlayıcı bir işleve sahip olacaktır.
[2] Eric Hobsbawm, Devrim Çağı, Dost Yayınları, Ankara 2016, çev: Bahadır Sina Şener, sf. 12
[3] Devrim Çetinocak, “Sosyalist Hareket Köksüz mü?”, Yeni Yazılar Sayı 17, Mayıs 2019, sf. 25