Alışılagelmiş tabirle; bir deprem ülkesinde yaşıyoruz. Yani ülkemiz yeryüzündeki temel deprem kuşaklarının birinde yer alıyor. Öyle ki; her yıl yeryüzünde gerçekleşen depremlerin yaklaşık olarak 5’te 1’i, Türkiye’yi de kapsayan Alp-Himalaya Deprem Kuşağı’nda meydana geliyor. Ülke ölçeğinde bakıldığında ise Türkiye nüfusunun yarısına yakınının 1. derece deprem bölgesinde, halen aktif fayların büyük depremler üretme potansiyeli taşıdığı şehirlerde yaşadığını belirtmek gerekiyor.
AFAD verilerine göre 2020 yılı içinde Türkiye’de 33 bin 428 deprem meydana geldi. 24 Ocak Elazığ (6,8), 4 Ağustos Malatya (5,2) ve 30 Ekim İzmir (6,9) bu depremlerin en dikkat çekici olanlarıydı. Elazığ depreminde 41, İzmir depremindeyse 119 yurttaş yaşamını yitirdi. Bu aşamada; sayıların ötesine geçerek, ülkemizde depremin yarattığı ağır sonuçların sebeplerini irdelemek gerekiyor.
1) Mevcut Yapıların Yetersiz Performansı
Ülkemizde depremlerin yıkıcılığının en büyük sebebi, kullanılmakta olan yapıların yeterli dayanımı gösteremiyor oluşudur.
Bugüne kadar 1947, 1953, 1961, 1968, 1975, 1998 ve 2007’de yürürlüğe girmiş 7 farklı deprem yönetmeliği yapılar hakkında farklı standartlar sunsa da uygulamadaki yetersizlikler nedeniyle deprem etkisine bağlı hasarlar devam etmektedir. Son deprem yönetmeliği kağıt üzerinde yeterli şartları talep ediyor olsa da yüksek karlı bir sektör olan inşaat sektöründe yönetmeliğin dışına çıkan uygulamalardan geri durulmamaktadır. Projelendirme aşamasında zaman zaman karşılaşıldığı şekliyle yumuşak kat veya kısa kolon etkileri iyi hesap edilmemekte, yaşı genç bile olsa karı maksimize etmek için yapılan proje dışı uygulamalarla yapı dayanımları azaltılmaktadır. Ayrıca çeşitli sebeplerden dolayı kolon kesilmesi gibi uygulamalar da yapı için hayati derecede tehlikelidir.
Son deprem yönetmeliğinden önce tamamlanmış yapılarda ise risk çok daha yüksektir. Bu yaştaki yapıların çoğunda hazır beton ve nervürlü inşaat çeliği kullanılmadığı için önemli yapısal kusurların varlığı kuvvetle muhtemeldir. Özellikle denizel iklimin hakim olduğu kıyı bölgelerde bina yaşının artmasıyla orantılı olarak donatıların korozyona maruz kalması (paslanma) ihtimaliyle birlikte bu tür yapıların barındırdığı risk katlanarak artmaktadır. Mevcut durumda bu tür yapıların yenilenmesine olanak sağladığı iddia edilen Kentsel Dönüşüm Yasası, yurttaş nezdinde ciddi hak mahrumiyetleri yaratmaktadır.
Ne yapılmalı?
- Devletin ilgili bakanlık ve kurumları ile yerel yönetimler hızlıca görev ve alan paylaşımı yaparak özellikle İstanbul ve İzmir’den başlayarak yapı stoğunu belirlemeye yönelik taramalar yapmalıdır. Bu konuda mahalle ve sokak ölçeğine kadar detaylı raporlar hazırlanmalı, hasarsız da olsa riskli yapılar yurttaşların başvurusunu beklemeksizin belirlenmelidir.
- Mevcut yapılardaki kolon kesme, kaçak kat çıkma gibi proje dışı uygulamalar tespit edilmeli ve gerekli adımlar atılmalıdır.
- Mevcut yapı stoğunun önemli bir kısmını kapsayan 30 ve üstü yaşındaki binalarda, halkın çıkarını gözeten bir Kentsel Dönüşüm çözümü ortaya atılmalı, bina sakinleri insan yaşamını hiçe sayan bir grup müteahhit ile deprem tehlikesi arasında bırakılmamalıdır.
- “İmar Barışı” gibi düzenlemelerin yaşamsal sonuçlar doğurabileceği öngörülmeli ve bu uygulamaların önüne geçilmelidir.
2) Plansız Büyüyen Kentler
Bir kentin konut ve sanayi alanlarının çeşitli veriler ve tahminler ışığında önceden belirlenmesi, bunlara yönelik olarak ulaşım ve diğer çözümlerinin detaylı şekilde hesaplanması planlamanın konusudur. Ne yazık ki ülkemizde bu türlü bir planlama uygulanmamakta, çoğunlukla fiili durum plana işlenerek “göstermelik planlar” ortaya çıkarılmaktadır. Büyük kentlerin hızla göç alarak genişlediği son yarım asır içinde, büyükşehirlerdeki kent planlarının birçoğu işlevsiz hale gelmiş, gerçekliğini yitirmiştir.
Son İzmir depreminde görüldüğü üzere yakın geçmişte verimli tarım arazileri olarak kullanılmış, alüvyon yapılı zeminlerde depremin neden olduğu yıkıcı etki çok daha fazla olmaktadır. Depremin merkez üssüne 90 km uzaklıkta olmasına rağmen Bornova – Bayraklı bölgesinde yaşanan yıkım, zemin etkisini gözler önüne sermiştir. İşte bu tür zeminlerde, ancak özel yapı teknikleri uygulanarak inşa edilmesi gereken yapılar, planlama eksikliğinin bir sonucu olarak karşımıza çıkmış ve çok sayıda can kaybına neden olmuştur. İstanbul’un belirli yerleşim bölümlerinde de sıvılaşma niteliği taşıyan zemin karakterlerinin olduğu düşünülürse planlama eksikliğinin daha ağır sonuçlarıyla karşılaşma ihtimalimiz her geçen gün artmaktadır.
Ne yapılmalı?
- Yerel yönetimler başta olmak üzere ilgili tüm kurumlar şehirlere yönelik gerçekçi planlar geliştirmeli, riskli gözüken bölgelerde gerekli çözümler üretilmelidir. Gerekmesi halinde buradaki yapılar tahliye edilmeli, yurttaşlar mağdur edilmeksizin güvenli konut ihtiyaçları giderilmelidir.
- Sanayi alanlarıyla konut alanları, afet sonrası ortaya çıkabilecek olumsuzluklar göz önüne alınarak yeniden düzenlenmelidir.
- Afet sonrası toplanma alanları kesinlikle imara açılmamalı, mutlaka korunmalıdır.
3) Afet Sonrası Kriz Yönetimindeki Eksiklikler
Hatırlanacağı üzere; 30 Ekim İzmir Depremi tüm Türkiye’yi derinden etkilemiş, tüm ülke halkı kısa sürede büyük bir dayanışma örneği göstererek depremden etkilenen yurttaşların yaralarının daha hızlı sarılmasını sağlamıştı. Fakat aynı kabiliyet, görevli ve yetki sahibi kurumlar tarafından ortaya konulamamıştı. Bu da göstermektedir ki, ülkemizde deprem öncesi hazırlıklardaki eksiklikler ne kadar fazlaysa, deprem sonrasına yönelik çalışmalar da bir o kadar eksik kalmaktadır.
İzmir Depremi’nden çıkarılacak sonuçlardan biri, belediyelerin pek çoğunun afetler konusunda yetkin birimleri bulunmadığıdır. AKP’li veya değil, belediyelerdeki bu birimlerin pek çoğu gönüllü desteği olmaksızın faaliyet yürütemeyecek haldedir. Bu nedenle afet sonrası durumlarda krizi kontrol altına alma yeteneğine sahip bir görüntü verememekte, halkta güven duygusu yaratamamaktadır. Hemen her türlü afet sonrasında ortaya çıkabilecek temel insani gereksinimlerin giderilmesi konusunda bile gecikmeli ve iyi koordine edilmemiş adımlar atılmaktadır.
İzmir Depremi göstermiştir ki; devletin tüm gücünü elinde bulunduran AKP, afet alanında tek söz sahibi olmak istemektedir ve diğer kurumlarla yetki yarışına girmektedir. 30 Ekim İzmir Depremi sonrası AFAD, İzmir Büyükşehir Belediyesi ile koordinasyondan açık şekilde kaçınmış ve zaman zaman yurttaşları mağdur etme pahasına yardım malzemelerinin dağıtımını sadece kendi çadır alanlarında yapmıştır. Bunun yanında arama kurtarma ekipleri büyük bir özveriyle çalışıyorken AKP’li bakanlar deprem bölgesinde enkaz üstünde kameralara poz vererek siyasi şov peşine düşmüşlerdir.
Ne yapılmalı?
- Belediyelerin tüm birimlerinde olduğu gibi afetlerle ilgilenen birimlerinde de yandaş kayırmacılığın, niteliksiz personel alımlarının önüne geçilmelidir. Faaliyetleri, çok sayıda yurttaşın yaşamını doğrudan etkileyebilecek bu birimlere liyakat ilkesi göz önünde bulundurularak atamalar gerçekleştirilmelidir.
- Mahallelerden başlayarak afet dayanışma ağları kurulmalıdır. Afet sonrası süreçler hakkında faaliyet yürüten sivil toplum örgütleriyle iletişime geçilmeli, en küçük düzeyde bir araya gelinerek neler yapılabileceği tartışılmalıdır.
- Yerel yönetimlerin afet öncesine ve sonrasına aldıkları kararlar takip edilmeli ve mümkün olduğu ölçüde müdahale edilmelidir. Belediyeler, deprem konusunu gündeme almaya zorlanmalıdır.
- AKP’nin arka bahçesi haline getirilmiş, içleri boşaltılmış ve niteliksizleştirilmiş kurumlara (AFAD, Kızılay) çekidüzen verilmelidir. Bu kurumlar; AKP’nin değil halkın ihtiyaçları doğrultusunda yeniden yapılandırılmalıdır.
Biliyoruz ki 2020, 2021 veya daha sonrası… Depremler ülkemizin bir gerçeği olmaya devam edecek. Tıpkı halktan yana, kentlerin birer yaşam alanı olduğu gerçeğini yadsımayan politikalara duyduğumuz ihtiyaç gibi…