Türkiye’nin içinde bulunduğu siyasi süreçte her gelişmede farklı taraflar kendi bulunduğu konumu temellendirmek için belirli kavramlara başvuruyor. Son dönemde bu kavramlardan en çok rastladıklarımız ise bağımsızlık ve demokrasi. Yalnızca bize sunulanla yetinirsek ortada bir bağımsızlık cephesi bir de demokrasi cephesi olduğuna inanmamız çok olası. Oysa biraz eşelediğimizde, belirli gelişmeleri hatırladığımızda durumun pek de öyle olmadığını görmek zor değil.
Hafta başında Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin verdiği kararı ele alalım örneğin. HDP’nin eski lideri Selahattin Demirtaş’ın siyasi nedenlerle ve herhangi bir hukuki dayanaktan yoksun bir biçimde hapiste tutulduğu ortadayken tutukluluğun devamını savunmak gerekiyor iktidar kanadına ve onun yandaşlarına göre. Yanlış anlamayın ama, bağımsızlık için…
Bağımsızlık için NATO’dan çıkılması gerektiğini, ekonominin kamu tekeliyle emekçilerin çıkarlarına göre en başından inşa edilmesi gerektiğini çok kere söyledik, söylemeye de devam edeceğiz. Ama mesele bağımsızlık iddiasının gerçekçi bir temele oturup oturmamasından da öte. Çünkü ortada olan düpedüz yalancılık. Aynı partinin iktidarında Türkiye’nin bağımsız kalabilmesi için ihtiyaç duyduğu ne varsa sattığını, AİHM kararı üzerinden eleştirilen Avrupa Birliği’nin emperyalist dayatmaları sonucunda Türkiye tarımını nasıl çökerttiğini hatırlamamıza da gerek yok.
Yalnızca hukuk alanında kalsak ve rahip Brunson ve Deniz Yücel davalarına baksak yeterli. Ajan olduğu iddia edilen ve cezaevinde tutulan Brunson, ABD Başkanı Trump’ın tehdit ve hakaret dolu mektubu sonucunda serbest bırakılmıştı. Mektubun içeriğine yakın ifadelere herhangi bir Türkiye Cumhuriyeti yurttaşının başvurmasının neyle sonuçlanacağını biliyoruz. Brunson’ın gerçekten ajan olup olmadığı ise hala bir muamma. Alın size bağımsızlık! Türkiye’de birçok muhalifin tattığı “Halkı kin ve düşmanlığa tahrik ve terör propagandası yapmak” suçlaması ile yargılanan Deniz Yücel’in örneğinde ise Almanya Başbakanı Merkel’in sağ olsun diplomatik teamüllere uygun tehditlerini gördük. Sonuç elbette aynıydı.
Karşı yakada da vaziyet pek farklı değil. Demokrasi ve elbette insan hakları için peşlerine takılmamız isteniyor. Rotaya bakıp midesi kaldırmayan için de bir not düşülmüş: Demokrasi treni Pensilvanya’dan ya da Türkeş’in evinden geçerken perdeleri kapayabilirsiniz.
Çıplak aramanın hukuk ve insanlık dışı bir uygulama olduğu ve Fetullahçılar da dahil hangi suçtan yargılanırsa yargılansın hiç kimsenin hukuki ve insani haklarından mahrum bırakılamayacağı tartışma konusu edilemez. Ancak tartışma konusu edilemeyecek bir başka gerçek bahsedilen insanlık dışı uygulamalara ve fazlasına sistematik olarak başvurmuş bir suç örgütünün bu başlık da dahil herhangi bir hak arama mücadelesinde yer alma ehliyetinin olmadığıdır. Fetullahçı çetenin varlığı hiçbir koşulda meşru değildir ve o çeteyle yan yana gelmenin de herhangi bir gerekçesi olamaz. HDP’li Gergerlioğlu’nun bu çetenin suçlarını bilmediğini düşünmemiz için ise hiçbir gerekçe yok. Gerçekte olan Ergenekon, Balyoz, OdaTV, Devrimci Karargâh gibi dava süreçlerinde insan haklarının ve hukukun yerle bir edilmesine çanak tutanların bugün kendi konumuna demokratlık üzerinden zemin bulma çabasıdır. Ötesinde ise düzen içi tüm unsurlar gibi “demokrat” Gergerlioğlu da biliyor ki, bu düzenin bir devrimle ortadan kaldırılmadığı her koşulda, tıpkı bugün Susurluk artıklarının ve mafyaların kullanıldığı gibi Fetullahçı çete ve onun artıkları da bir gün mutlaka göreve çağırılacak.
“Demokrat muhaliflerin son kalesi” CHP’nin temsil gücü epey yüksek bir heyetinin Seval Türkeş’i ziyaretini atlamak olmaz. Maraş Katliamı’nın yıldönümünde katliamın bir numaralı şüphelisini anmak, bunu da “acılar üzerinden ortaklaşılacak her türlü siyaseti yaparım” sözleriyle açıklayabilmek ise heyetin en “solcu”su Kaftancıoğlu’na düştü. Tabi “Alevi vatandaşların hassasiyetlerini anlıyorum” ekini de ihmal etmeden. Bir önceki örnek gibi CHP heyetinin de Alparslan Türkeş’i ve onun şahsında temsil edilen çizginin karanlık geçmişini bilmiyor olma ihtimali yok. Meseleyi acılara ya da Alevilerin hassasiyetine indirgemelerinde de bizim için garipsenecek bir durum yok. Çünkü düzen muhalefetinin Maraş Katliamı dahil Türkeş’in parmağı olan tüm karanlık olayların sonucunda gerçekleşen 12 Eylül darbesiyle ve onun sonucunda ortaya çıkan düzenle bir derdi yok. Türkiye’nin gerilemesiyle derdi olmayanlar için engel gibi görülebilecek tek konu olan vicdanın ise bu gibi siyasi kararlar verilirken hiçbir hükmünün olmadığını, iki cümleyle kolayca ekarte edilebileceğini de böylece kanıtlamış oldular. Biz ne kadar uğraşsak anlatmayı beceremezdik, kendilerine teşekkür ederiz.
Bağımsızlık ya da demokrasi; hangisi senin için önemliyse takıl birinin peşine. Türkiye bir tiyatro salonuysa o salonda uzun yıllardır aynı siyaset oyunu kapalı gişe oynanıyor. Bırakalım sahneyi ve oyunu; oynayan oyuncular bile kolay kolay değişmiyor. İttifaklar kurulup dağılsa da rollerde değişiklikler yaşansa da bizden beklenen yıllardır aynı: Oyunu izle. Beğendiğini alkışla. Sonucun değişmesini bekle. Belki de seyircinin oyundan sıkılmasına az kalmıştır. Belki de sahneyi işgal etmek için örgütlenmenin vakti gelmiştir. Ne dersin?
Fazla mı radikal buldun?
O zaman son bir kez daha: Demokrasi mi bağımsızlık mı, ne vereyim abime?