Yakup Kadri, Türk edebiyatının en önemli yapıtlarından biri olan “Yaban” romanında Türk köylüsü için şöyle bir gözlemde bulunuyor:
“Türk köylüsünün ruhu, durgun ve derin bir sudur. Bunun dibinde ne var? Yalçın bir kaya mı, balçık yığını mı, bir yumuşak kum tabakası mı?”1Yakup Kadri Karaosmanoğlu, 1991, Yaban, İstanbul: İletişim Yayınları, s. 36.
Yakup Kadri’nin sorusu yalnızca Türk köylüsü için değil, belirli bir derinliğe sahip olduğu sanılan, fakat keşfe çıkılmadığı sürece bunun aslında sadece bir kabule dayandığı tüm durumlar için geçerli bir sorudur. Derinlik hissi, sahici bir derinliğe sahip olduğu için mi yoksa dibinin bataklık olmasından mı geliyor? Derinliği doğru kavramak için bu soruya bir cevap bulmak gerekiyor. Bir felsefi gelenek olarak varoluşçuluk da böylesi bir çelişkili “varoluşa” sahip. O yüzden Yakup Kadri’nin evrensel sorusunu ona da yöneltmemiz gerekiyor: Bunun dibinde ne var?
Geçtiğimiz günlerde Yordam Kitap tarafından dilimize kazandırılan ve Türkçe Lukacs külliyatına bir eserin daha eklenmesine vesile olan, György Lukacs’ın “Marksizm mi Varoluşçuluk mu?”2György Lukacs, 2021, Marksizm mi Varoluşçuluk mu?, çev. M. Sert, İstanbul: Yordam Kitap. adlı eseri bu soruya doyurucu bir yanıt bulmamıza yardımcı oluyor.
Lukacs’a göre, varoluşçu felsefeyi anlamak için öncelikli olarak burjuva felsefesinin, döneminde içinden geçtiği bunalıma yoğunlaşmak gerekiyor.
Burjuva felsefesinin gelişimini kabaca üç döneme ayırabiliriz. İlk dönem klasik dönemdir. Burada burjuvazi, ideolojisinin en yüksek ifadesine kavuşmuştur. Çöken feodal topluma karşı saldırıda, burjuvazi ve dönemin felsefesi uyum içindeydi. Bir tarafta burjuvazi, toplumun ileri yönde dönüşümü adına açtığı savaşta yakıtını dönemin felsefesinde bulurken, dönemin felsefesi de tarihin hızlı aktığı bu evrede, tarihin dayattığı değişimler ve hayallere sıkı sıkıya bağlıydı. Tam da bu nedenle, dönemin filozofları hem temelleri sağlam bir gerçeklik duygusuna, hem de ileri atılımın kaynağı olacak cesaret ve yaratıcılığa sahipti.
Bu ibre burjuvazinin hızla gericileşmeye başladığı 1830-1848 dönemeci ile birlikte tersine dönmeye başladı. Böylelikle klasik burjuva felsefesi dönemi de bir çözülüşe girdi. Artık zihnin nihai sorunları ile ilgilenmeyi bırakan felsefe, bir “toplumsal uzlaşı” felsefesi olmaya başladı. Lukacs’ın deyimiyle, tutarlı bir dünya görüşü oluşturmayı hedefleyen her araştırmayı reddeden, ideolojik sorunlarla bağını kesen bir “profesörler felsefesi”ydi artık bu.3A.g.e., s. 31. Elbette felsefenin bu “sınır muhafızlığı” işlevi, değişen burjuva toplumuna da koşut olarak, fazla uzun sürmedi. Ve yerini emperyalist dönem felsefesine bıraktı.
Nietzsche, Spengler gibi düşünürlerden başlayıp Varoluşçuluğa kadar uzanan emperyalist dönem felsefesi, ilk bakışta geçmişin yönelimlerine başkaldırıyormuş gibi gözükür. Ama yalnızca ilk bakışta.
“Eleştirinin tonu görünüşte daha da kesinleşmekteydi ama kendisini neredeyse dar anlamda kültürel konularla ve bireysel ahlakla sınırlamış, yani toplumsal tabaka olarak entelektüelleri doğrudan ilgilendiren sorunlara yönelmişti. Söz konusu ‘intelligentzia’nın iktisadi, siyasi ve sosyal sorunlardan bilerek uzak durduğu ve emperyalist burjuvazinin felsefeye çizdiği sınırlara da bu yüzden titizlikle uyduğu anlaşılıyor. Bu saygının ona belli bir özgürlük sağladığını ve bu sayede ‘ilginç’ kalmayı, kimi kez de ‘başkaldırıyormuş’ gibi yapmayı başardığı söylenebilir.”4A.g.e., s. 34.
Bir adım ileri iki adım geri… emperyalist dönem felsefesini en özlü biçimde böyle ifade edebiliriz sanırım. Hedef tahtasına en başta oturtulan ilerleme fikridir. Bunu akıldışıcılığa övgü izler. Sezgi, keyfi bir biçimde aklın ve gidimli düşüncenin karşısına konulur. Felsefenin dine karşı tutumu da artık değişmiştir; bir kısmı dini meşrulaştırırken, bir kısmı ise dini dışlamayan bir ateizme yönelir. Bilgi kuramı açısından ise katıksız bir öznel idealizm hakimdir. Çünkü Lukacs’ın da dediği gibi, idealizm, bu entelijansiyanın neredeyse kendiliğinden ideolojisidir.5A.g.e., s. 36.
Varoluşçuluk, bu emperyalist dönem felsefesinin – kitabın yazıldığı dönem itibariyle – son halkasını oluşturuyor. Lukacs, kitapta varoluşçu felsefenin önde gelen düşünürlerinden Jean-Paul Sartre, Simone de Beauvoir ve Merleau-Ponty ile polemiklere girişerek, varoluşçuluğun fiili olarak devrimci eğilimler gösteren pek çok entelektüeli nasıl tarafsızlaştırdığını, hoşnutsuzluk içindeki aydınları gerici güçler karşısında uzlaşmacı bir çizgiye çektiğini ortaya koyuyor.
Varoluşçuluğun bu “başarısı” elbette dönemin toplumsal yaşamıyla da sıkı sıkıya bağlı. Yoksa varoluşçuluğun aslında yeni hiçbir şey söylemediği, 200 yıllık akıldışıcı geleneğin bir seçkisinden ibaret olduğu en basit soy kütüğü çıkarıldığında bile ortaya konulabilir. Fakat yeni bir şey vardır o da değişen toplumsal yaşam.
19. yüzyılın büyük edebiyat eserlerinde ortaya çıkan “uçurumun kenarındaki insan,” en şiddetli “çıkışsızlığını” 20. yüzyılın başlarında yaşamaya başladı. Fetişleşmiş bir dünyada sıkışıp kalan, iki savaşın etkisiyle çıkışsızlığın daha da perçinlendiği bir durumda yardıma varoluşçuluk koştu. El çabukluğuyla bu insanlık durumunu soyut insan olarak sundu ve bir pusuladan yoksun olanlara hiçlik miti karşısında bir tevekkül vadetti. Lukacs’ın biraz sert ama yerinde ifadeleri ile belirttiği gibi:
“Toplumsal değerlendirmelere ve kamu yaşamına tepeden bakmak, bireyin varlıkbilimsel [ontolojik – y.n.] bütünlüğünü korumak adına, özgürlük ve sorumluluk kavramlarını soyut, akıldışı ve saçma bir açıdan yorumlamak, Hiçlik mitini züppeler için cazip kılan tam tamına budur. Laftan ibaret bir aşırıcılık ile ahlak konusunda mutlak bir nihilizmin sıra dışı birleşmesinden daha çekici ne olabilir?”6A.g.e., s. 86-87.
Başlangıçtaki soruya tekrar dönebiliriz: Bunun dibinde ne var?
Kitap okunduğunda çok iyi görüleceği üzere bitimsiz bir karanlıktan başka bir şey yok.
Gerek varoluşçuluğun gerekse de yeni yeni türeyen “modern gericiliklerin” entelektüel yaşamı işgal ettiği bu günlerde “Marksizm mi Varoluşçuluk mu?” kitabı tekrar tekrar okunmayı hak ediyor.
Yine Lukacs ile bitirelim:
“Bize göre modern insan, entelektüel dürüstlükten yoksun değilse, sosyalizm perspektifi ile felsefi nihilizm arasında seçim yapmalıdır. Bugün bu seçim yüz elli yıl öncesine göre çok daha zorunlu hale gelmiştir.”7A.g.e., s. 172.
Notlar:
[1] Yakup Kadri Karaosmanoğlu, 1991, Yaban, İstanbul: İletişim Yayınları, s. 36.
[2] György Lukacs, 2021, Marksizm mi Varoluşçuluk mu?, çev. M. Sert, İstanbul: Yordam Kitap.
[3] A.g.e., s. 31.
[4] A.g.e., s. 34.
[5] A.g.e., s. 36.
[6] A.g.e., s. 86-87.
[7] A.g.e., s. 172.