Bin bir farklı görünümle yükselen ve nihayetinde devrime varan uzun soluklu iniş çıkışlar elbette ardında benzersiz bir birikim bırakacaktı. Ancak sorun sosyalist gerçekçiliğin bu birikimi kısırlaştırmasında değil daha da sivriltememesinde, eldeki malzemeyle tam olarak ne yapacağını bilememesinde yatar.
Ölüler neden geri döner?
Başlığında toplumcu gerçekçilik geçen bir yazı açısından ilkin manasız görünür bu soru. Ancak nicedir bitmiş ve üzerinde pek de söylenecek söz kalmamış kabul edilen birçok konuya dair aceleci varsayımların üstü biraz kazındığında durumun pek de öyle olmadığı görülebilir. Peki, toplumcu gerçekçiliğin bize henüz bitmemiş bir tartışma olduğunu hissettiren ve üzerine yeniden konuşma ihtiyacı doğuran huzursuzluğun nedeni nedir? Ya da toplumcu gerçekçilik neden usulünce gömülmeyi talep eder?
Fazlasıyla iddialı bir sorudur bu, zira soruyu soran cevabı verdiğinde tüm karışıklıkları nihayete erdireceğini öne sürer görünür. Peşinen bu yazının böyle bir amaç gütmediğini, tartışmayı ebediyen kapatmak yerine yeniden, ancak farklı bir noktadan açmayı hedeflediğini belirteyim. Öyleyse burada bir cenaze töreni düzenlenmeyeceğini, sorunun da aslında absürt bir durumu açığa çıkarmak amacıyla yöneltildiğini söyleyeyim. Yani esasen dert, sorunun hemen akla getireceği üzere psikanalitik çözümlemeler yapmak değil, aksine son derece basit bir cevaba işaret etmek. Ölüler neden mi geri döner? Yanlış biçimde öldükleri varsayıldığı için.
Tabuta konan toplumcu gerçekçiliğin, Nasreddin Hoca nüktelerini hatırlatır biçimde yazının sonunda bir biçimde kanlı canlı yeniden kapıda belireceği haberini vereyim. Ancak nasıl bir dönüş olacak bu? Dahası, döndüğünde onu ne gibi soru işaretleri bekliyor olacak? Ya da Kafka’nın Dava’sında yer alan Yasa Önünde meselindekine benzer biçimde acaba o kapı toplumcu gerçekçiliğe açılacak mı?
Sıralanan soruların niteliğinden, bu yazı bağlamında toplumcu gerçekçi öykülerden çok toplumcu gerçekçiliğin öyküsünün önemsendiği anlaşılabilir. Öyleyse giriş bahsini kapatmadan önce niyetimin, toplumcu gerçekçiliğe dair kabaca çerçeve çıkarmak ve sonuç bölümünde toplumcu gerçekçiliğin güncelliğinden bahsedilip edilemeyeceğine yönelik basitçe fikir yürütmek olduğunu dillendireyim. Artık başlayabiliriz.
Toplumcu Gerçekçilik Neydi, Ne Değildi?
Devrim’in 5. sayısında Can Gürses, Arkadaş Z. Özger’in şiirinin devrimci yanını şu ifadelerle dile getiriyor:
“(…) özgürlüğünü arayan aykırıya ses olarak toplumcu gerçekçi şiirlerdeki insanı katı çizgilerinden, sınırlarından kurtarıp, çırçıplak eder, kendisi kılar; insanı bir ülkünün nesnesi olmaktan çıkarır, ülkünün öznesine dönüştürür. İnsanı bir kahraman olarak değil, bir insan olarak anlatmak, işte bu esas devrimci eylemdir.”1Can Gürses, “Bir Baykuş Bir Serçeyle Arkadaş Olduğu Gün”, Devrim, Sayı:5, Mayıs 2020 Kaynak: https://dsosyal.com/devrim/sayi-5/bir-baykus-bir-serceyle-arkadas-oldugu-gun/
Arkadaş Zekai ve Genç 60 Şiiri üzerine kısa bir değerlendirmeye daha önce Yeni Yazılar’ın 17. sayısında yer verilmişti. “Bir Hesaplaşmanın Tarihsel Mantığı Üzerine Birkaç Not” başlıklı yazıda Genç 60 Şiiri’nin “kendinden önceki şiir anlayışlarından kimi esintiler barındırıyor olsa da önemli bir sıçramaya işaret ettiğini” belirtmiştim. Dönemin genç şairlerinin ‘40 Kuşağı toplumcuları ve İkinci Yeni gibi deneyimlerle hesaplaşma içinde olduğunu ve esasen Gürses’in de benzer biçimde ima ettiği kabuk değişimine işaret etmiştim. Ancak Gürses’ten farklı olarak bunu salt bir reddiye olarak değil eskinin yeni bir düzlemde yeniden tanımlanması olarak değerlendirmiştim. Her ne kadar bu tartışma farklı açılardan detaylandırılmaya muhtaç olsa da Türkiye’de bir şiir geleneğine ya da şaire hakkını teslim ederken bir diğerinin tamamen kenara atılmasının edebiyatın gelişiminin, dahası sol tasavvurun farklı izleklerinin anlaşılmasına katkı sağlayabileceğini düşünmüyorum. Aksine tam da sürekliliklerin ve kopuşların anlamlandırılması ihtiyacından ötürü toplumcu gerçekçiliğin yeniden tanımlanması ve giderek işlevlendirilmesi gerektiği kanaatindeyim.
Toplumcu gerçekçilik yalnızca basit birkaç ilkesel noktaya atıfla açıklanabilecek bir tavır olmanın çok ötesindedir. Kaldı ki bu tavrın çelişkisiz veya “ülkünün nesnesi” karakterler ürettiği düşüncesinin, onun fazlasıyla karikatürleştirilmiş bir anlayışına tekabül ettiğini düşünüyorum. Toplumcu gerçekçilik “romantik” veya “devrimci romantik” karakterler üretmiştir, üstelik böylesi bir tutumun toplumcu gerçekçiliğe içkin olduğunu söylemek de pek tabii mümkündür. Ancak ne anlatının içsel özellikleri açısından geleceğe atılan ısrarlı kancalar özneyi nesneleştirmeye yeter ne de Arkadaş Zekai bu tartışmanın büsbütün dışındadır.
Toplumcu gerçekçilik, toplumculuk veya sosyalist gerçekçilik gibi bir dizi kavram esasen çokça birbirinin yerine geçecek şekilde kullanılır. Bunun nedenlerinden biri Türkiye’de çok sayıda toplumcu gerçekçi yazarın ismini vermek mümkünken, toplumcu eleştiriyi berraklaştırarak kullanmış çok az sayıda kişinin bulunmasıdır. Türkiye yalnızca toplumcu eleştiri açısından değil genel olarak edebiyat eleştirisi açısından kısırdır. Nedenlerine birazdan geleceğiz ancak çoğu durumda yazarların eleştirmen koltuğunu da doldurduğunu ya da doldurmak zorunda kaldığını belirtelim. Nazım Hikmet’in Orhan Kemal ve Kemal Tahir gibi isimler üzerindeki etkisi bu açıdan fazlasıyla öğreticidir. Eleştirinin el yordamıyla yapıldığı bir durumda kavramsal berraklık aramak da çok mümkün görünmüyor.
Peki toplumcu gerçekçilik nedir ve ne değildir?
Tartışmanın Kökeni
Çarlık Rusyası’nda devrimci kadroların ve politik radikalizmin oluşmasındaki etkenlerden biri de edebiyat eleştirisinin ta kendisidir. Farklı tarihsel dönemlerde de olsa Belinski, Çernişevski, Dobrolyubov gibi isimler Rus edebiyatının temel taşlarını ortaya çıkarırken temel motivasyonları hiç de salt edebiyat değildi. Edebiyat eleştirisi Çarlık despotizmine karşı verilen mücadelenin bir aracıydı yalnızca.
Üstelik toplumcu gerçekçi tavrı, kendi deyimiyle edebiyata “faydacı” bakışı hiç de onaylamayan, hatta tartışmanın tam karşı cephesinde konumlandırılabilecek isimlerden biri teslim eder Rus eleştirmenlerinin tarihsel olarak oynadığı rolü. Vladimir Nabokov, bu isimlerin sanatın inceliklerine hiç de dikkat etmediklerini, hatta dertlerinin kesinlikle bu olmadığını ve “politik radikalizmin” habercisi olduklarını belirtir. Çernişevski’nin Lenin üzerindeki etkisi iyi bilinir ancak Belinski’nin Gogol ve Dostoyevski gibi isimlerin üzerindeki etkisi de dikkate değerdir.
19. yüzyılda Rusya’da modernleşme atılımları Narodnizm gibi radikal eğilimleri beslediği gibi bunun karşısında yer alan eğilimlerin oluşumunda da pay sahibiydi. Kendine rota çizmeye çalışan, daha da önemlisi mevcut farklı rotalar arasında bir seçim yapmaya çalışan 19. yüzyılın Çarlık Rusyası’nda politik, ideolojik tartışmaların edebiyatın tam göbeğinde yer aldığı ve bu arayışın Rus edebiyatının özellikle 19. yüzyılda muazzam bir atılım yapmasında payı olduğunu söylemek hiç de yanlış olmaz. Nitekim şiir gibi yalnızca şairinin sesinin duyulduğu, fazlasıyla tek sesli bir tür yerine özellikle doğası gereği toplumsal olarak farklı karakterleri birbirinin karşısına koyan ve çatışmalarına tanıklık eden, diyalojik bir karakter barındıran romanın gelişmesi bu açıdan önemlidir. Yine Nabokov’un aktardığı Belinski’nin Gogol’e Mektup’u örneklemek açısından faydalı olabilir:
“…fark etmemişsiniz ki Rusya, kurtuluşunu mistisizmde, çilecilikte, dindarlıkta görmüyor; medeniyetin, aydınlanmanın, insaniyetperverliğin başarısında görüyor. Rusya’nın vaaza ihtiyacı yok (çok vaaz dinledi zaten), dualara da (nice dualar etti şimdiye kadar); ihtiyacı olan şey, asırlar boyunca çamurun ve gübrenin içinde kaybolmuş insan vakaları ve Kilise’nin öğretileriyle değil sağduyu ve adaletle uyumlu hak ile hukuk; bu hak ile hukukun mümkün olduğunca sıkı şekilde uygulanması. Lakin Rusya insanın insanı sattığı korkunç bir ülke manzarası sergiliyor… Şu anda Rusya’nın en ivedi güncel sorunları şunlardır: serf sahibi olma hakkının ilgası, bedensel cezanın kaldırılması, en azından zaten mevcut yasaların mümkün olduğunca sıkı şekilde uygulamaya konulması…”2V. Nabokov. 2014. Rus Edebiyatı Dersleri, çev. Yiğit Yavuz, Fatih Özgüven, Ayşe Nihal Akbulut, İstanbul: İletişim, s. 151-152
Buradaki alıntıya benzer örnekleri artırmak mümkün ancak bu yazı bağlamında yeterli. Bu noktada kavramsal bir ayrıma gitmek tartışmanın geri kalanı açısından hayati öneme sahip. Toplumcu gerçekçiliğin etrafındaki kavramsal karmaşa bir miktar da çevirinin azizliğinden kaynaklanıyor gibi görünüyor. Vaughan James, Rusya bağlamında 19. ve 20. yüzyıl edebiyatları arasındaki temel ayrımı vurgulamak açısından iki farklı kavram kullanıyor.3C. Vaughan James. 1973. Soviet Socialist Realism, London: Palgrave MacMillan, s.14 19. yüzyılda yazarların toplumsal temalara artan ilgisini ve bu temaları politik bir programa tabi olmadan işleme eğilimini social realism kavramıyla karşılarken, 1905’te Lenin’in kaleme aldığı Party Organisation and Party Literature’dan (Parti ve Parti Edebiyatı) başlayarak gelişen, 1934’te Sovyet Yazarlar Birliği Kurultayı’nda resmi politika olarak benimsenen ve edebiyatın ötesinde propaganda ve tüm yayın faaliyetlerini kapsayacak şekilde formüle edilen eğilimi socialist realism olarak tanımlıyor. Anlaşılacağı üzere ilki toplumcu gerçekçiliğe tekabül ederken ikincisini sosyalist gerçekçilik karşılıyor.
James, narodnost (halk), klassovost (sınıf), partiinost (parti) etrafında şekillenen sosyalist gerçekçiliğin mimarının Lenin olduğunu özellikle belirtiyor ve bahsi geçen 1905 tarihli yazısında bu ilkesel duruşun hiç de edebiyata özgü olmadığını, aksine daha fazla olarak eğitim, basın ve propaganda faaliyetlerini kapsayacak şekilde, üstelik de gevşek biçimde tasarlandığını ifade ediyor. Peki, bunda şaşılacak bir yan var mıdır?
Bence yok hatta aksi de düşünülemezdi. Gramsci’nin egemen devletin, pedagojik devlet olduğunu4A. Gramsci. 2014. Hapishane Defterleri, çev. Adnan Cemgil, İstanbul: Belge, s.353 söylemesindeki gibi iktidara aday bir öncülüğün başka türlü davranmasını beklemek ne kadar “gerçekçi”? Tohumu 1905’te atılan sosyalist gerçekçiliğin devrimden sonra da 1930’lu yıllara kadar pratik gerekçelerle resmi politika olarak benimsenmemesinin, eleştiri oklarının tamamının Stalin’e yönelmesine neden olması bu açıdan doğal görünüyor. Ancak 1905’te kaleme alınan metinle 1930’lu yıllarda yapılan tartışmalar kıyaslandığında aralarında ciddi farklar bulmanın neredeyse imkansız olduğu görülecektir. Peki, daha açık konuşarak can alıcı soruya gelelim. Eğitim, basın ve propaganda stratejisi olarak belirlenen ilkeler bütünü, edebiyatın 19. yüzyıl düzeyine bir daha erişilememesinde pay sahibi midir?
1917’de Rusya’da gerçekleşen Bolşevik Devrimi’nin esasen Rus modernleşmesinin bir sonucu olduğu düşünüldüğünde devrim sonrasındaki tartışmaların öncesine nazaran daha durağan olacağını tahmin etmek güç değildir. Bin bir farklı görünümle yükselen ve nihayetinde devrime varan uzun soluklu iniş çıkışlar elbette ardında benzersiz bir birikim bırakacaktı. Ancak sorun sosyalist gerçekçiliğin bu birikimi kısırlaştırmasında değil daha da sivriltememesinde, eldeki malzemeyle tam olarak ne yapacağını bilememesinde yatar. Lenin’in 1912’de kaleme aldığı In Memory of Herzen (Herzen anısına) bu açıdan öğreticidir. Devrimcilerin hiç de geçmişe büsbütün sırtını dönme niyeti olmadığı anlaşılır ancak onun nasıl işleneceği hala cevaplanmayı bekleyen sorulardan biri ve bu ancak devrimci bir durumda devrimci kadrolar tarafından verilecek kolektif bir cevapla mümkün olabilir.
Türkiye’de Toplumcu Kültür Birikimi
Gelelim Türkiye’ye. Türkiye modernleşmesine dair Devrim’in önceki sayılarında yer alan tartışmaları burada yeniden açmayı gerek görmüyorum. Fakat toplumcu gerçekçiliğin Türkiye’deki görünümlerini konuşmamız gerekiyor.
1934 Sovyet Yazarlar Kurultayı’na Yakup Kadri Karaosmanoğlu ve Falih Rıfkı Atay’ın katıldığını biliyoruz ancak sosyalist gerçekçilik doğaldır ki resmi olarak hiçbir şekilde Türkiye’nin gündemine girmiyor. 1960’lı yıllara gelene kadar da Nazım Hikmet’in, ‘40 Kuşağı toplumcularının, Sabahattin Ali ve Aziz Nesin gibi aydınların, Garip şairlerinin önemli bir miras bıraktığını görüyoruz. Yaşar Kemal, Orhan Kemal, Kemal Tahir gibi önemli toplumcu romancılar da çıkıyor sonrasında.
Ancak Ahmet Oktay’ın da belirttiği gibi Türkiye’de toplumculuk hiç de Rusya’da görüldüğü gibi radikal bir muhteva kazanamıyor. Yazının temel işlevi “egemen ideolojide gedik açmak”5Ahmet Oktay.1986. Toplumcu Gerçekçiliğin Kaynakları, İstanbul: BFS, s. 345 üzerine kurgulanıyor ya da öyle olmak zorunda kalıyor. Solun büyük oranda Kemalizmin peykinde kalmasının politik, ideolojik etkilerini haliyle burada da görmek mümkün.
Öte yandan, 1960’lı yıllarda önceki dönemin mirası büyük bir iştahla yeniden keşfediliyor, pek çok şairin eserleri yeniden baskıya giriyor.6Asım Bezirci. 2007. İkinci Yeni Olayı, İstanbul: Evrensel, s. 72. Yukarıda da bahsi geçtiği şekilde genç şairlerin, romancıların yetişebileceği, dahası geçmişle hesaplaşarak yetişebileceği bir ortam hazır hale geliyor. Ancak solun yalnızca fiziken aldığı darbeler değil politik, ideolojik savrulmalar da birikimin yarıda kesilmesine sebebiyet veriyor. Bu açıdan örneğin Arkadaş Zekai’nin ölümüne, maruz kaldığı saldırı neden olurken, İsmet Özel’in ideolojik savrulmalarla “ölmeye yattığını” söylemek hayli sembolik bir önem de taşıyor.
Bahsi geçen isimlerin tamamını toplumcu gerçekçi üst başlığı altında toplamak bana daha akılcı geliyor zira yukarıda da anlatılmaya çalışıldığı şekliyle sosyalist gerçekçi tavrın dört başı mamur politik, ideolojik içeriğiyle Türkiye’de vücut bulduğunu söylemek çok zor görünüyor. Kaldı ki toplumcu olarak değerlendirilebilecek sanatçıların tümünün de birbirinden çok ayrıksı özellikler taşıdığı göz önünde bulundurulursa elde epey malzeme olduğu ancak sınıflandırma açısından pek de bol araca sahip olmadığımız görülüyor.
Yeni Bir Toplumcu Çıkış İçin
Peki Türkiye’de yeniden toplumcu bir tavır üretmek mümkün müdür? Bu bence edebi olduğu kadar siyaseten de cevabının verilmesi gereken bir soru. Sınırlı da olsa bir biçimde bu yazıda işlenmeye çalışıldığı şekliyle toplumcu ya da toplumcu gerçekçi tavrın fitilini ateşleyen şeyin toplumun halihazırda içinde bulunduğu devinimler ve arayışlar olduğu belirtilmeye çalışıldı. Dolayısıyla bence asıl sorun toplumculuğun mümkün olup olmadığından öte nasıl bir toplumculuğun mümkün ya da etkili olabileceği. Toplumculuktan ya da toplumcu gerçekçilikten anlaşılan şeylerin sayısız biçimi mevcutken hem de.
Üstelik görsel medyanın, dizi, film ve oyun endüstrisinin bu denli geliştiği bir ortamda bu sorunlar yalnızca edebiyat açısından da geçerli değildir. Sol açısından edebiyat bugüne kadar en fazla birikimin gerçekleştirildiği alan olsa da artık kültür alanının yalnızca bir bölümüyle sınırlı kalan tartışmalar tatminkar olmanın çok gerisindedir. Sorunların bütününe kestirme cevaplar verilemeyeceğini düşündüğümü yazının hemen girişinde söylemiştim. Ancak eldeki birikimlerin üzerinde dengeli tartışmalar yürütülerek ufak ilerlemeler de imkansız değildir.
Türkiye’de modernleşmenin edebiyatla olan ilişkisine yönelik, bu yazının da ötesinde geniş kapsamlı tartışmalar yürütmek yalnızca edebiyat açısından değil siyaset ve ideoloji tartışmaları açısından da bence son derece elzem. Nicedir bu tartışmaların akademin sığ sularında kısırlaştığı düşünülürse, toplumcu gerçekçi eleştirel tavrın edebiyatın ve giderek kültür-sanat alanının bütününe dinamizm getirebileceği, dahası getirmesi gerektiği kanaatindeyim.
Bu açıdan eğer bir başlangıç noktası tarif edilecekse, Occam’ın usturasını aceleyle kullanmak yerine eleştirinin sınırlarının mevcut kuramsal ve sanatsal pratikler açısından yeniden tanımlanmasının faydalı olabileceğini düşünüyorum. Bu yazının amacı başta da belirtildiği üzere yalnızca kısa değinilerle küçük adımlar atmak. Dolayısıyla henüz bir kapıyı kapatmış veya açmış değiliz. Önümüzde duran birden fazla kapının hangisinin açılması gerektiğine yönelik fikir yürütmeye çalışıyoruz sadece.
Notlar:
[1] Can Gürses, “Bir Baykuş Bir Serçeyle Arkadaş Olduğu Gün”, Devrim, Sayı:5, Mayıs 2020 Kaynak: https://dsosyal.com/devrim/sayi-5/bir-baykus-bir-serceyle-arkadas-oldugu-gun/
[2] V. Nabokov. 2014. Rus Edebiyatı Dersleri, çev. Yiğit Yavuz, Fatih Özgüven, Ayşe Nihal Akbulut, İstanbul: İletişim, s. 151-152
[3] C. Vaughan James. 1973. Soviet Socialist Realism, London: Palgrave MacMillan, s.14
[4] A. Gramsci. 2014. Hapishane Defterleri, çev. Adnan Cemgil, İstanbul: Belge, s.353
[5] Ahmet Oktay.1986. Toplumcu Gerçekçiliğin Kaynakları, İstanbul: BFS, s. 345
[6] Asım Bezirci. 2007. İkinci Yeni Olayı, İstanbul: Evrensel, s. 72.