Son 17 yıldır AKP Türkiye’de göstere göstere rejimi değiştirirken “Türkiye burjuvazisi sekülerdir, bu kadarına izin vermez” gibi tezleri kaç kere duyduğunuzu hatırlıyor musunuz? Ve burjuvazinin kaç kere “bu kadarına da izin verdiğini”?
Aşırı sağın yükselişi ve bu yükselişin olası sonuçları şu günlerde akademik dünyada ve siyasette en sık tartışılan konulardan biri.1 Daha önce Dsosyal sitesinde konuya dair ufak bir çeviri yayımladık. Aslında beni bu yazıyı yazmaya iten sebeplerden biri de bu yazının kavram setiydi. Konuyu merak edenler bu yazıya bakabilir: James Purtill, “Anketlere Göre İnsanlar Artık Çok Çalışmanın Daha İyi Bir Hayat Sağlayacağına İnanmıyor”, çev. Zozan Baran, DSosyal, 28 Ocak 2020, Kaynak: http://bit.ly/32oqgK4 Bu yükselişin sebepleri, arkasındaki toplumsal güç ve lider profillerine dair birçok fikir ortaya atılıyor. Bu fikirlerin en popüler olanlarından biri de bu yükselişin en önemli toplumsal gücünün yoksul kesimler ya da başka bir deyişle işçi sınıfı olduğu.
Kimilerine göre, işçi sınıfı sadece formel eğitimden yoksun, muhafazakâr, ülkeye göre ya dindar ya milliyetçi alt kesimleri ifade ediyor. Bu özelliklerinden dolayı da işçi sınıfı otoriter özelliklere sahip liderleri tercih ediyor. Dolayısıyla, beyaz olmayanların, kadınların ve LGBTI bireylerinin kazanımlarından rahatsız olan, kendini tehdit altında hisseden bu kesimler bu öfkeyi ifade eden Trump, Johnson ve bizde Erdoğan2Ülkemizde bu tür kazanımlar sınırlı olduğu için buraya Erdoğan’ı eklemek sorunlu görünebilir ama siyaset ve liderlik tarzı olarak saydığımız isimlerle uyumlu olduğu inkâr edilemez. gibi liderleri tercih ediyor, demokratik siyasetin sonunu getiriyorlar. Akademik dünyada bu tür tezler dile getiren sayısız çalışma ve anket mevcut. En insaflı çalışmalarda dahi işçi sınıfı yalnızca ekonomik çıkarları peşinde koşan, bu çıkarları başka sınıflara ve kesimlere3 Örneğin daha ucuz emek gücü sağlayan göçmenlere karşı. karşı kıskançlıkla savunan, neredeyse tamamen endüstriyel alanlarda çalışan erkekler tarafından temsil ediliyor.
Peki, işçi sınıfı gerçekten otoriter ve sağcı politikacıları mı tercih ediyor? Türkiye’ye bakalım. İşin bir tarafı gerçekten öyle: Ülkenin en yoksul kesimleri, özellikle de kırsal kesimde yaşayanlar büyük ölçüde Erdoğan ve AKP’ye oy veriyor. Buna benzer demografik göstergeleri başka ülkelerde de bulmak mümkün.4 Örneğin, Almanya’nın aşırı sağ partisi AfD’nin en güçlü olduğu yerler yoksulluk seviyesinin yüksek olduğu, Almanya’nın birleşmesinin kaybedeni olan Doğu eyaletleri. İşin daha da ilginç tarafı bu eyaletlerde Sol Parti’den AfD’ye oy kayması olduğuna dair göstergeler var. Öyleyse Marksistler, sınıfın tarihteki rolüne dair akıl almaz bir yanılgı içinde mi? İşçi sınıfı mücadelesinin; sosyal hakların genişlemesi, sosyal güvenlik ve iş yeri merkezli mücadelelerdeki rolü hemen herkes tarafından kabul görse de mesele siyasal hakların genişlemesi ve işçi sınıfı mücadelesine geldiğinde işler karışıyor. Ya da böyle bir tablo çiziliyor. Oysa geçtiğimiz aylarda yayımlanan ilginç bir makalede de görüldüğü gibi, somut verilere dayanılarak konuşulduğunda işçi sınıfının demokratik kazanımlardaki payını liberaller dahi itiraf etmek zorunda kalabiliyor.5 Sirianne Dahlum, Carl Henrik Knutsen ve Tore Wig, “Who Revolts? Empiricially Revisiting the Social Origins of Democracy” The Journal of 81 (4): Ekim 2019, s. 1494-1499, Kaynak: http://bit.ly/3c8HsYT Bunun dışında sınıfın demokrasi mücadelesine ışık tutan kimi çalışmalar var. Bunlardan belki de en önemlisi ve en etkileyici olanı ise Edward Palmer Thompson’ın “İngiliz İşçi Sınıfının Oluşumu” kitabı.6Edward Palmer Thompson, 2015 (Temmuz), İngiliz İşçi Sınıfının Oluşumu (4. Basım), çev. Uygur Kocabaşoğlu, İstanbul: İletişim Yayınları.
Burada yine benzer bir çeviri problemi ile karşı karşıyayız. Kitabın İngilizce başlığı “The Making of English Working Class”. Thompson’ın kitabın önsözünde değindiği gibi aslında başlıktaki “making” sözcüğü belki de kitabı özetler nitelikte ve Thompson’ın tezleri açısından büyük bir önem taşıyor. Ancak, Türkçeye (ve başka dillere) çevirilmesi oldukça güç. Bu sözcük seçimin arkasındaki teorik ve tarihsel tercihleri açmaya çalışacağız.
Kendi Tarihini ve Tarihi Yapanlar
E.P. Thompson’ın etkileyici çalışmasını bütün boyutlarıyla burada incelemek mümkün değil. Sadece işçi sınıfının siyasi mücadelesine ışık tutmasıyla değil, Marksist tarih yöntemine ve Marksizme dair de önemli tartışmaları ve ufuk açıcı tezleri ortaya koyması ile de oldukça önemli bir kitap. Örneğin, sınıfın bir yapı ya da kategori olarak değil, oluş halindeki bir insan ilişkisi, bir tarihsel olgu olarak ele alarak7Thompson, E.P.(2013),“Preface”. The Making of English Working Class. London: Penguine, s. 8
Kitabın yalnızca İngilizce baskısına hakim olduğum için burada verdiğim referanslar maalesef İngilizce baskıya, ancak kitabın Türkçe’sine ulaşanlar sözünü ettiğimiz tezleri içerikte bulabilirler. sınıfı anlama biçimimizi radikal bir biçimde etkiliyor. Ancak, bana kalırsa kitap, yeterince ortaya koyulmayan bir yönüyle çok daha ilginç bir boyut kazanıyor. İşçi sınıfının erken tarihine odaklanarak hem onu oluşu içinde hem de siyasi mücadelesini ön plana çıkararak anlatıyor.
Thompson, tarihi profesyonel bir tarihçiden ziyade bir devrimci, bir Marksist olarak yazmanın peşinde. O yüzden hiç çekinmeden, tarihi tarafsız bir yerden değil işçi sınıfının, tarihin kaybedenleri olarak görülenlerin tarafından anlattığını ifade ediyor.8 a.g.e., s. 12 Ancak o, işçi sınıfını tarihin kaybedeni değil, yeni bir ışık altında tarihin yapıcısı olarak anlatmanın derdinde. Bütün eksiklikleri, hataları ve yenilgileriyle işçi sınıfı; bugün sahip olduğumuz siyasi haklar için savaşan, siyasi kulüplerde, derneklerde örgütlenen, burjuvaziye meydan okuyan ve burjuvazinin kıskançlıkla sadece mülk sahiplerinin tekelinde tutmak istediği hakları mülksüzler için de talep eden savaşçılar olarak resmediliyor. Thompson, çok çeşitli tarihsel belgeyi büyük bir titizlikle ama daha da önemlisi müthiş bir yaratıcılıkla kullanıyor. İşçi sınıfına duyduğu sempati ve siyasi yakınlığı, onların düşünce ve eylem biçimini anlamak için bir silaha dönüştürüyor.
Seçtiği tarihlerden dolayı, endüstrinin henüz tam gelişmediği bir dönemki, yüzü geriye dönük, ekonomik ve toplumsal değişime direnen bir sınıf resmediyor ancak çoğu Marksist düşünürün aksine bunu sınıfın ilkelliğinin değil, oluşunun, ya da kendini var edişinin bir işareti olarak görüyor.9 a.g.e., s. 27 Ancak, ilk dönemleri seçmesinin bir de şöyle bir avantajı ortaya çıkıyor: Sınıfın bir yandan ekonomik değişime direnirken diğer yandan da siyasi hakları genişletme mücadelesine, Jakobenizmin İngiltere’deki gelişimine tanıklık ediyor. Örneğin, Thompson, burjuva demokrasinin en önemli ve temel kazanımı olarak kabul edilen genel oy hakkını – ve daha birçok siyasi hakkı10 a.g.e., s. 738 – kazanma mücadelesinin ve bu mücadeleyi bastırmaya çalışan burjuvazinin giriştiği Peterloo Katliamı’nın ayrıntılı tarihini okuyucuya sunuyor. Bu bir yanıyla, yukarıda sözünü ettiğimiz “Demokrasinin öznesi kim?” tartışmasına ışık tutarken bir yandan da demokrasi ve kapitalizmin gelişmesini neden-sonuç ilişkisi ile açıklayan yaklaşımlara güçlü bir eleştiri sunuyor.
Ancak, yukarıda anlattıklarımızdan Thompson’ın işçi sınıfının yenilgilerini yok saydığı ya da sadece zaferlerine odaklandığı sonucunu çıkarmayalım. Tam tersine, Thompson zaferlerinden çok yenilgilerine odaklanıyor, ancak bu yenilgilerin değilse bile mücadelenin kendisinin tarihe nasıl yön verdiğini anlamamıza yardımcı oluyor. Örneğin, bugün burjuva demokrasisi olarak gördüğümüz sistemin temel taşlarının büyük bir kısmı bu mücadele sayesinde var. Ancak, yenilginin etkisini de görmemizi sağlayacak bir yaklaşım geliştirmek mümkün: Hakların varlığı bir mücadeleyi işaret ediyorsa, sınırları ve en nihayetinde içine yerleştiği burjuva düzeni de yenilgisini ortaya koyuyor. Başka bir düzlemde Vivek Chibber’in ifade ettiği gibi, Batı demokrasisi burjuva devrimlerinin başarısı sayesinde ortaya çıkmış bir düzenden ziyade işçi sınıfı ile kapitalizmin arasındaki tarihsel uzlaşının ürünü.11 Vivek Chibber, 2011, Postcolonial Theory and the Spector of Capital. Londra: Verso, s. 89
Öyleyse, elbette ki her şeyiyle şanlı ve kadir-i mutlak, ulu bir sınıftan söz etmiyoruz. Thompson’ın bizi davet ettiği gibi yenilgilerinden ders çıkaracağımız bir sınıftan söz ediyoruz. Ama yenilgilerinden ders çıkarmak için öncelikle mücadelesini iyi anlamamız gerekiyor. İşçi sınıfı ne için mücadele etmiştir sorusu aynı zamanda bugün ne için mücadele edebileceği ve sınıfın nasıl sosyalizm ile buluşturulabileceği tartışması ile de yakından ilgili. Ancak ne için mücadele ettiğini anlamamız gereken bir başka sınıf daha var: burjuvazi.
Burjuvazi Demokrasinin Taşıyıcısı mı?
Bu tartışmanın karmaşık ve teorik yönlerini bir kenara bırakırsak asıl olarak tartışılan şudur: Burjuvazi, çokça iddia edildiği gibi tarihte demokrasi mücadelesinin öznesi değildir. Burjuva ya da kapitalist anlamıyla demokrasinin başından beri mülk sahibi çok küçük bir kitlenin tekelinde olması gerektiği düşünülmüştür. Burjuvazinin aristokrasiye karşı verdiği mücadele ve aristokratların sahip olduğu ekonomik ve siyasi hakların genişlemesi talebi başından beri hiçbir zaman mülksüzleri de kapsayan, bugün anladığımız anlamıyla “demokratik” bir mücadele olmamıştır. Demokrasinin mülksüzleri de kapsayacak şekilde genişlemesi, sanıldığı gibi burjuvazinin tarihsel kazanımı değil, yukarıda da vurguladığımız gibi burjuvaziye karşı verilen mücadelelerin kazanımıdır.
Merkezine burjuvazinin demokratik kimliğini alan tarih okumalarının kimi sonuçları var. Hepsini burada dile getirmek mümkün olmasa da biri entelektüel diğer siyasal iki sonuca değinebiliriz. Sosyal bilim disiplinlerindeki ve tarih çalışmalarındaki yaygın inanışa göre, burjuva devrimleri ve sebep oldukları siyasi sarsıntılar sonucunda demokratik yönetim biçimleri gelişti, siyasi liberalizm ve demokrasi burjuvazinin tarihsel mücadelesinin sonucunda ortaya çıktı. İşçi sınıfının bu mücadeledeki rolü her zaman tamamen yok sayılmıyor elbette. Özellikle Marksistler arasında işçi sınıfının bu tarihsel mücadeledeki varlığı ve demokrasinin genişlemesi arasında ilişki kuruluyor. Ancak yine de demokrasinin asıl taşıyıcısının burjuvazi olduğu genel kabul gören bir varsayım.
Ancak bu varsayım ya da tezin ilk bakışta göze çarpmayan sonuçları var. “Alman Tarihinin Özgünlükleri”12 Türkçeye henüz çevrilmemiş olan bu kitabın orijinal adı “The Peculiarities of German History”. Bkz. http://bit.ly/2PjScK0 kitabında Geoff Eley ve David Blackbourn bu tezin güçlü bir eleştirisini sunuyor. Eley ve Blackbourn, Alman tarihçilerinin Nazizmi İngiltere ve Fransa’dakine benzer bir burjuva devriminin Almanya’da yaşanmamasıyla ve Alman burjuvazisinin tarihsel rolünü terk etmesiyle13 Bu anlayışa göre burjuvazinin tarihsel rolü demokrasiyi geliştirmek ve liberal bir toplumsal ve siyasal düzen kurmak. açıklayan tezlerine şiddetle karşı çıkarak böyle bir tarihsel rolün varlığını sorguluyor. Onlara göre bu rol, hiç var olmadığı gibi Alman burjuvazisi aslında tam da tarihsel çıkarlarına uygun davranmıştır.
Buna benzer bir başka tartışmayı post-kolonyalizm düzleminde Marksist siyaset bilimci Vivek Chibber yürütüyor. Türkçeye “Post-Kolonyal Teori ve Kapitalizmin Hayaleti”14 Kitabın İngilizce başlığı aslında “Post-Kolonyal Teori ve Sermayenin Hayaleti” olarak çevirilebilir, nitekim Chibber da önsözde “Kapitalizmin” değil “Sermayenin Hayaleti” başlığını seçtiğini açıklıyor. Kitabın editörü ise kitabın orijinal adında yer alan incelikli bir vurgunun Türkçe çeviriye aktarılması mümkün olmadığı için yazara da danışarak bu değişikliğin yapıldığını aktarıyor. Bkz. Vivek Chibber, 2016, Post-Kolonyal Teori ve Sermayenin Hayaleti, çev. Afife Yasemin Yılmaz. İstanbul: İletişim Yayınları, s. 11, Kaynak: http://bit.ly/2PmHJgK olarak çevrilen kitabında post-kolonyal çalışmaların bir alt kolu olarak Maduniyet Çalışmaları’nı eleştiriyor ve benzer bir biçimde Hindistan’ın bağımsızlık sonrası gelişimini burjuvazinin yokluğu ile açıklayan Ranajit Guha, Dipesh Chakrabarty gibi entelektüelleri doğuyu oryantalist bir bakış açısı ile ele almakla suçluyor. Burjuvazi demokrasinin taşıyıcısı olunca, demokrasinin yokluğu da burjuvazinin yokluğuna yakılan bir ağıta dönüşüyor.
Sonuç: Nasıl Bir Mücadele?
İyi de bu kadar teorik ve eski bir tartışmanın bizim için bugün bir önemi var mı? Bence bugün için oldukça önemli, hatta can alıcı tartışmalardan biri. Yalnızca yukarıda sözünü ettiğimiz aşırı sağın yükselişinden yoksulları sorumlu gören anlayış nedeniyle değil. Bu noktada belki de Türkiye’ye odaklanmak, neden önemli bir tartışma olduğunu ortaya koymak için ön açıcı olacak.
Son 17 yıldır AKP Türkiye’de göstere göstere rejimi değiştirirken “Türkiye burjuvazisi sekülerdir, bu kadarına izin vermez” gibi tezleri kaç kere duyduğunuzu hatırlıyor musunuz? Ve burjuvazinin kaç kere “bu kadarına da izin verdiğini”? Burjuvazinin izninin ne kadar önemli olduğu başka bir tartışma ama burjuvaziye yüklenen demokrat rolünün nasıl bir yanılgıya sebep olduğunu açıklayan bir örnek olduğunu düşünüyorum.
İkna edici değilse, yine ülkemizden ve daha güncel bir örnekle devam edelim: DİSK Genel Kurulu’nda konuşan Kılıçdaroğlu, ülkenin ilk devrimci sendika konfederasyonunun kuruluş yıl dönümünde Türkiye yoksulluk ve akıl almaz boyutlara ulaşan eşitsizliklerle boğuşurken Karl Marx’ın modası geçmiş(!) sözünün yerine “Dünyanın bütün demokratları birleşin,”15 “Kılıçdaroğlu: Dünyanın bütün demokratları birleşin” Birgün, 14 Şubat 2020, Kaynak: http://bit.ly/38Uwswb sözünü koymamız gerektiğini ifade edebiliyor. Öyleyse, demokrat olan kimdir ve demokrasi için kim mücadele eder, Kılıçdaroğlu’na hatırlatmak zorundayız. Demokrasi sözünü Türkiye solu için anlamsız bir slogana dönüştüren, hatta tehlikeli hale getiren de tam olarak bu yaklaşımdır.
Evet, bugün dünyada ve ülkemizde tehlikeli, tarihsel kazanımları yok eden bir gidiş var ve buna dur demek zorundayız. Ancak bunu nasıl durduracağımızın cevabı, tarihte nasıl durdurulduğu ile ve demokrasinin aslında ne olduğu ile yakından ilgili. Burjuvazinin böyle bir misyonu yoksa, bugün burjuvaziden demokratlık beklemek ne kadar gerçekçi? İşçi sınıfı, siyasal mücadelenin tarihsel taşıyıcısı ise onu tekrar bu mücadeleye nasıl kazanabiliriz? Bugün acil olarak ihtiyaç duyduğumuz yeni bir sol stratejinin önemli soru ve sorunlarının bir kısmı da bunlardır.
Notlar:
[1] Daha önce Dsosyal sitesinde konuya dair ufak bir çeviri yayımladık. Aslında beni bu yazıyı yazmaya iten sebeplerden biri de bu yazının kavram setiydi. Konuyu merak edenler bu yazıya bakabilir: James Purtill, “Anketlere Göre İnsanlar Artık Çok Çalışmanın Daha İyi Bir Hayat Sağlayacağına İnanmıyor”, çev. Zozan Baran, DSosyal, 28 Ocak 2020, Kaynak: http://bit.ly/32oqgK4
[2] Ülkemizde bu tür kazanımlar sınırlı olduğu için buraya Erdoğan’ı eklemek sorunlu görünebilir ama siyaset ve liderlik tarzı olarak saydığımız isimlerle uyumlu olduğu inkâr edilemez.
[3] Örneğin daha ucuz emek gücü sağlayan göçmenlere karşı.
[4] Örneğin, Almanya’nın aşırı sağ partisi AfD’nin en güçlü olduğu yerler yoksulluk seviyesinin yüksek olduğu, Almanya’nın birleşmesinin kaybedeni olan Doğu eyaletleri. İşin daha da ilginç tarafı bu eyaletlerde Sol Parti’den AfD’ye oy kayması olduğuna dair göstergeler var.
[5] Sirianne Dahlum, Carl Henrik Knutsen ve Tore Wig, “Who Revolts? Empiricially Revisiting the Social Origins of Democracy” The Journal of 81 (4): Ekim 2019, s. 1494-1499, Kaynak: http://bit.ly/3c8HsYT
[6] Edward Palmer Thompson, 2015 (Temmuz), İngiliz İşçi Sınıfının Oluşumu (4. Basım), çev. Uygur Kocabaşoğlu, İstanbul: İletişim Yayınları.
Burada yine benzer bir çeviri problemi ile karşı karşıyayız. Kitabın İngilizce başlığı “The Making of English Working Class”. Thompson’ın kitabın önsözünde değindiği gibi aslında başlıktaki “making” sözcüğü belki de kitabı özetler nitelikte ve Thompson’ın tezleri açısından büyük bir önem taşıyor. Ancak, Türkçeye (ve başka dillere) çevirilmesi oldukça güç. Bu sözcük seçimin arkasındaki teorik ve tarihsel tercihleri açmaya çalışacağız.
[7] Thompson, E.P.(2013),“Preface”. The Making of English Working Class. London: Penguine, s. 8 Kitabın yalnızca İngilizce baskısına hakim olduğum için burada verdiğim referanslar maalesef İngilizce baskıya, ancak kitabın Türkçe’sine ulaşanlar sözünü ettiğimiz tezleri içerikte bulabilirler.
[8] a.g.e., s. 12
[9} a.g.e., s. 27
[10] a.g.e., s. 738
[11] Vivek Chibber, 2011, Postcolonial Theory and the Spector of Capital. Londra: Verso, s. 89
[12] Türkçeye henüz çevrilmemiş olan bu kitabın orijinal adı “The Peculiarities of German History”. Bkz. http://bit.ly/2PjScK0
[13] Bu anlayışa göre burjuvazinin tarihsel rolü demokrasiyi geliştirmek ve liberal bir toplumsal ve siyasal düzen kurmak.
[14] Kitabın İngilizce başlığı aslında “Post-Kolonyal Teori ve Sermayenin Hayaleti” olarak çevirilebilir, nitekim Chibber da önsözde “Kapitalizmin” değil “Sermayenin Hayaleti” başlığını seçtiğini açıklıyor. Kitabın editörü ise kitabın orijinal adında yer alan incelikli bir vurgunun Türkçe çeviriye aktarılması mümkün olmadığı için yazara da danışarak bu değişikliğin yapıldığını aktarıyor. Bkz. Vivek Chibber, 2016, Post-Kolonyal Teori ve Sermayenin Hayaleti, çev. Afife Yasemin Yılmaz. İstanbul: İletişim Yayınları, s. 11, Kaynak: http://bit.ly/2PmHJgK
[15] “Kılıçdaroğlu: Dünyanın bütün demokratları birleşin” Birgün, 14 Şubat 2020, Kaynak: http://bit.ly/38Uwswb