Kamu yatırımıyla ortaya çıkmış bir değer olan internetin şirketlerin değil kamunun mülkiyetinde olması gerektiğine dair Ben Tarnoff’un Jacobin için kaleme aldığı değerlendirmeyi Devrim dergisi okurlarıyla paylaşıyoruz.

İnternet kamu kurumları tarafından icat edildi, öyleyse neden özel şirketlerce kontrol ediliyor?

1 Ekim tarihinde, internet değişecek ve kimse bunu fark etmeyecek. Bu görünmez dönüşüm interneti kullanılabilir kılan tüm önemli bileşenleri etkileyecek (Alan Adı Sistemi, namı diğer DNS). Tarayıcınıza bir internet sitesinin ismini yazdığınızda, DNS o ismi internet sitesinin konumunu belirleyecek numaralar serisine dönüştüren sisteme deniyor. Aynı telefon defteri gibi, DNS bize anlamlı gelen isimlerle anlamlı gelmeyen numaraları eşleştiriyor.

DNS’i yıllardır ABD hükümeti kontrol ediyordu. Fakat Ekim ayında, sistem ICANN (Eşleştirilen İsimler ve Numaralar İçin İnternet Şirketi) adında Los Angeles merkezli bir kar amacı gütmeyen kuruluşun sorumluluğunda olacak.

ICANN aslında 1990’ların sonundan bu yana Ticaret Bakanlığı ile yapılan bir sözleşme altında DNS’i idare ediyordu. Yeni olan ise, internet idaresini daha uluslararası hale getirmesi beklenen yeni bir “çok paydaşlı” modelde, ICANN şirketinin DNS üzerinde bağımsız otoritesinin bulunacak olması.

Gerçek etki muhtemelen küçük olacak. Örneğin, şirketler adına DNS’i denetleyen marka koruma önlemleri yerinde kalacak. Ayrıca ICANN şirketinin Los Angeles’ta bulunması ve ABD yasalarına dahil bir şirket olması, belki daha az doğrudan da olsa ABD hükümetinin nüfuzunun devam edeceğini gösteriyor.

Fakat bunun devasa boyutta sembolik önemi var. Ekim teslimatı, internetin özelleştirilmesinde son faslın da tamamlandığını işaret ediyor. 1990’larda, ABD hükümetinin çok büyük kamu harcamalarıyla oluşturulan bir ağı özelleştirmesiyle başlayan sürecin sonunu getiriyor.

Karşılığında ise, hükümet hiçbir talepte bulunmadı: Ne tazminat istedi ne de internetin nasıl şekil alacağıyla ilgili bir kısıtlama veya koşul koydu.

Bu durum hiç de kaçınılmaz değildi çünkü teknik bir gereklilik değil, ideolojik bir seçimin çıktısıydı. Genel gözetim ve erişim gibi kritik konularla yüzleşmek yerine özelleştirme, interneti daha demokratik bir yola sokmanın ihtimalini ortadan kaldırdı.

Fakat kavga bitmedi. Özelleştirmenin nasıl gerçekleştiğine ve interneti kamu hizmeti olarak geri alarak durumu nasıl tersine çevirmeye başlayabileceğimize dair çoğunlukça bilinmeyen öyküyü ziyaret etmek için, yaklaşan ICANN teslimatı bir fırsat sunuyor.

İnternetin Kamusal Kökenleri

Silikon Vadisi, girişimci insanların tamirhanelerdeki kurcalamaları sonucunda yenilikler ortaya çıkıyormuş gibi davranmayı genellikle sever. Fakat Silikon Vadisi’nin bağımlı olduğu yeniliğin çoğu hükümet araştırmasından gelir; bunun sebebi de basitçe kamu sektörünün, özel sektörün altından kalkamayacağı riskleri alabilmesidir.

Hükümetin bilimsel araştırma için harcanan emeği uzun vadeli olarak finanse edebilmesini sağlayan şey de piyasa güçlerinden yalıtılmış olmasıdır ki, en fazla kar getiren yeniliklerin çoğu bu sayede üretilmiş olur.

Bu durum internet için özel olarak geçerli. İnternet öylesine radikal ve umulmadık bir fikirdi ki, ancak yıllar süren kamusal harcamalar ve planlamalar onu var edebilirdi. Yalnız basit teknolojinin icadı değil, altyapının inşa edilmesi, bununla ilgili uzmanların eğitilmesi ve anlaşmalı tarafların görevlendirilmesi, finanse edilmesi ve bazı durumlarda doğrudan devlet kurumlarından alınması gerekliydi.

İnternet bazen başka bir dev kamu projesi olan şehirlerarası otoyol sistemiyle kıyaslanıyor. Fakat haklar aktivisti Nathan Newman’ın işaret ettiği gibi, bu kıyaslama yalnızca eğer hükümet “ilk olarak araba fikrini hayal etse, otomobil endüstrisinin gelişimini desteklese, beton ve asfalt teknolojisini finanse etse ve genel olarak tüm sistemi kursaydı mantıklı hale gelirdi.”

Soğuk Savaş bu hırslı girişimin bahanesi oldu. Sovyetler Birliği’nin gerisine düşme korkusu kadar hiçbir şey Amerikan siyasetçilerinin kesenin ağzını açmasını sağlamadı. 1957 yılında, Sovyetler uzaya ilk uyduyu yolladığı zaman bu korku hızlıca yükselmişti. Sputnik’in fırlatılması Amerikan düzeninde ciddi bir kriz hissiyatı yarattı ve araştırma amaçlı fonlarda önemli bir artışı getirdi.

Bunun bir sonucu, İleri Düzeyde Araştırma Projeleri Kurumu’nun (ARPA) kurulması olmuştu, sonradan ismi İleri Düzeyde Savunma Araştırma Projeleri Kurumu (DARPA) olarak değiştirildi.

ARPA, Savunma Bakanlığı’nın Ar-Ge kolu haline gelmişti. Araştırmayı devlet laboratuvarlarında merkezileştirmek yerine, ARPA daha dağınık bir yaklaşımı benimseyerek akademiden ve özel sektörden tarafları bir araya getirdi.

1960’ların başında ARPA, üniversitelerde ve diğer araştırma alanlarında büyük anabilgisayarlar oluşturarak bilgi işleme büyük yatırım yapmaya başladı. Ancak ARPA kadar cömert fonlanan bir kuruma göre bile, bu harcama cümbüşü sürdürülebilir değildi. O günlerde bir bilgisayar, milyon değilse de yüz binlerce dolara mal oluyordu. Dolayısıyla ARPA, bilgi işlem kaynaklarını taraflar arasında daha verimli bir şekilde paylaşmanın bir yolunu buldu: bir ağ yarattı.

Bu ağın adı ARPANET’ti ve bildiğimiz internet için temeli oluşturdu. ARPANET, bilgisayarları paket-çevirme adı verilen deneysel bir teknoloji sayesinde birbirine bağladı. Bu, mesajları “paketler” adı verilen küçük parçalara ayırmayı, onları bir çevirme labirenti boyunca yönlendirmeyi ve diğer uçta yeniden birleştirmeyi içeriyordu.

Günümüzde internet üzerinden veriyi taşıyan mekanizma bundan oluşuyor, fakat o zamanda, telekomünikasyon endüstrisi bunu saçma bir şekilde kullanışsız bulmuştu. Yıllar öncesinde de Hava Kuvvetleri AT&T şirketini böyle bir ağ kurması için ikna etmeye çalışmış ama başarısız olmuştu. ARPA, işlemeye başladıktan sonra dahi ARPANET’i AT&T şirketine önermiş, ağı kendileri idare etmek yerine zaman kazanmak amacını gütmüştü.

Dünyadaki en gelişmiş bilgisayar ağını elde etme şansı kendilerine sunulmuş olmasına rağmen, AT&T şirketi teklifi reddetti. Yöneticiler basitçe buradaki parayı göremedi.

Onların dar görüşlülüğü, biz geri kalanlar için talihli bir durumdu. ARPANET, kamu idaresinde gelişmeye devam etti. Hükümetin kontrolünde olması ağa iki büyük avantaj kazandırdı.

Birincisi paraydı: ARPA, kar kaygısı gütmek zorunda olmadan sistem için para harcayabilirdi. Kurum bu sayede, özel bir şirket için intihar niteliğinde olacak derecede masraflı ve öncü araştırmalar yapılması için ülkenin en yetenekli bilgisayarcılarını bir araya getirdi.

Para kadar önemli diğer avantaj ise, ARPA’nın işbirliğini ve deneyselliği teşvik eden açık-kaynak etiği uygulamasıydı. ARPANET’e katkıda bulunan taraflar, üretimlerinin kaynak kodunu paylaşmak zorundaydı, yoksa sözleşmelerinin feshini riske atarlardı. Bu bilimsel üretimi hızlandırıyordu, çünkü birçok farklı kurumdan gelen araştırmacılar fikri mülkiyet yasası korkusunu yaşamadan birbirlerinin çalışmalarını iyileştirebiliyor ve genişletebiliyordu.

Ortaya çıkan en önemli yenilik, ilk olarak 1970’lerin ortasında beliren internet protokolleriydi. Bu protokoller, çok farklı ağların birbirleriyle konuşmasına izin veren ortak bir dil sağlayarak ARPANET’in internete dönüşmesini mümkün kıldı.

İnternetin açık ve tescilli olmayan doğası, kullanışlılığını büyük ölçüde artırdı. Dijital iletişim için kullanılabilir, ortak bir standart vadediyordu: Uyumsuz ticari ağızlardan oluşan bir yama işinden ziyade evrensel bir ortam.

ARPA’nın tanıttığı ve araştırmacıların benimsediği internet hızla büyüdü. Popülerliği kısa sürede ordu dışındaki bilim insanlarının ve ARPA’nın seçkin çemberindeki tarafların da erişim talep etmesine neden oldu.

Buna karşılık, Ulusal Bilim Vakfı (NSF), interneti ülkedeki hemen hemen her üniversiteye getirmeyi amaçlayan bir dizi girişimde bulundu. Bu girişim, internetin yeni “omurgası” haline gelen ulusal ağ NSFNET’in ortaya çıkmasıyla sonuçlandı.

Omurga, internetin şah damarını oluşturan bir dizi kablo ve bilgisayarın toplamıydı. Bir nehri andırıyordu: Veriler bir uçtan diğerine akıyor, gittikçe daha küçük akıntılara ayrılan kolları besliyordu.

Bu akıntılar, omurgaya hiçbir zaman doğrudan dokunmayan bireysel kullanıcılara hizmet etti. İnternetin başka bir bölümüne veri gönderilirse, veri alıcıya hizmet eden akıntıya ulaşıncaya kadar, kollar zincirinden omurgaya, ardından başka bir zincire inerdi.

Bu modelden çıkan bir ders de internetin uçlarında çok sayıda ağa ihtiyaç duyduğudur. Nehir, erişimini artıran kollar olmadan işe yaramaz. Bu nedenle NSF, mümkün olan en geniş bağlantıyı sağlamak için, üniversiteleri ve diğer katılımcı kurumları NSFNET omurgasına bağlayan bir dizi bölgesel ağın da maliyetini üstlendi.

Bütün bunlar ucuz değildi ama işe yaradı. Araştırmacılar Jay P. Kesan and Rajiv C. Shah, NSFNET programının 200 milyon doların üzerinde mal olduğunu tahmin ediyorlar. Eyaletler, devlet destekli üniversiteler ve federal kurumlar da dahil olmak üzere diğer kamu kaynakları NSFNET ile ağ oluşturmaya muhtemelen 2 milyar dolar daha katkı koydu.

Kamudan gelen bu çığ gibi nakit sayesinde, ARPA tarafından başlatılan bu son teknoloji iletişim sistemi, 1980’lerin sonunda Amerikalı araştırmacılar için kullanılabilir hale geldi.

Özelleştirmeye Giden Yol

Ancak 90’lı yılların başından başlayarak, internet kendi başarısının kurbanı olmaya başladı. İzdiham ağın başına bela oldu ve NSF onu her yükselttiğinde daha fazla insan yığıldı.

1988 yılında, kullanıcılar ayda bir milyondan biraz az paket gönderiyordu. 1992’ye kadar bu sayı 150 milyar olmuştu. Aynı yeni otoyolların daha fazla trafik yaratması gibi, NSF’nin iyileştirmeleri de sadece talebin artmasına sebep oldu, sistemi aşırı yükledi.

İnsanların interneti sevdiği belliydi. Eğer ki NSF, kullanıcılarına daha az kısıtlama getirmiş olsaydı, bu sayılar daha da yüksek olacaktı. NSFNET’in Kabul Edilebilir Kullanım Yönetmeliği (AUP), ağın yalnızca araştırma ve eğitim amaçlı kullanılmasını koruyarak ticari trafiği yasakladı. NSF bunu siyasi anlamda gereklilik olarak değerlendirmişti çünkü vergi mükelleflerinin dolarlarının endüstriyi besleyen kaynak olarak görülmesi durumunda kongre finansmanı kesebilirdi.

Pratikte ise şirketler NSFNET’i düzenli olarak kullandığından, Kabul Edilebilir Kullanım Yönetmeliği büyük ölçüde uygulanamazdı. Daha genelinde, özel sektör gerek taraflar gerekse kamu fonlarıyla geliştirilen yazılım, donanım, altyapı ve mühendislik yeteneklerinden yararlananlar olarak onlarca yıldır internetten para kazanıyordu.

Kabul Edilebilir Kullanım Yönetmeliği yasal bir kılıf olabilirdi fakat bir etkisi de oldu. Ticari faaliyeti resmi olarak dışlayarak bunlara paralel gelişen özel ağları ortaya çıkardı. 1990’ların başlarında, ülke çapında çeşitli ticari sağlayıcılar yayılmış ve taşıyacakları trafik türü üzerinde hiçbir kısıtlama olmaksızın dijital hizmet sunuyorlardı.

Bu özel ağlardan çoğunun kökleri hükümet fonlamalarına kadar gidiyordu ve ARPA’nın kıdemli çalışanlarını da teknik uzmanlık için kendilerine alıyorlardı. Ancak avantajları ne olursa olsun, ticari ağların internete bağlanması Kabul Edilebilir Kalkınma Yönetmeliği tarafından yasaklıydı, bu da kaçınılmaz olarak bu ağların değerini sınırladı.

İnternet kamu mülkiyeti altında gelişiyor ancak bir kırılma noktasına ulaşıyordu. Araştırmacılardan gelen talep tavana vururken ağı zorluyor, Kabul Edilebilir Kullanım Yönetmeliği ağın daha da geniş bir kitleye ulaşmasını engelliyordu.

Bunlar çözmesi kolay sorunlar değildi. İnterneti herkese açık hale getirmek ve onları barındıracak kapasiteyi yaratmak önemli siyasi ve teknik sorunlar getiriyordu.

NSFNET müdürü Stephen Wolff yanıtı özelleştirmede buldu. İnterneti özel sektöre bırakmanın iki büyük fayda getireceğine inanıyordu: Yeni bir yatırım akışını tetikleyerek tıkanıklığı hafifletecek ve Kabul Edilebilir Kullanım Yönetmeliği’ni kaldırarak ticari sağlayıcıların kendi ağlarını NSFNET ile birleştirmelerine olanak tanıyacaktı. Hükümet kontrolünden kurtarılan internet, sonunda bir kitle iletişim aracı haline gelebilirdi.

İlk adım 1991’de atıldı. Birkaç yıl öncesinde NSF, IBM ve MCI taraflarını ağlarını Michigan Üniversitesi’nin Merit adı verilen bir konsorsiyumunun kullanmasını sağladıkları için ödüllendirmişti. Bu grup, bir iş fırsatı sezdi ve olabildiğince düşük teklif yaptı. 1991 yılında, Wolff’un onayıyla NSFNET’e ticari erişim satmaya başlayan kar amacı gütmeyen bir yan kuruluş oluşturarak nakit para kazanmaya karar verdiler.

Bu hareket, ağ endüstrisinin geri kalanını kızdırdı. Şirketler NSF’i, taraflarına ticari bir tekel sağlamak için el altından anlaşma yapmakla suçladılar ve 1992’de kongre oturumlarını başlatmak için yeterince gürültü çıkardılar.

Bu oturumlar özelleştirmenin arzu edilirliğine değil, sadece şartlarına itiraz etti. Sonuçta Wolff özelleştirmeyi işleme koymuştu, diğer ticari sağlayıcılar sadece işten kendilerine de bir parça istiyordu.

Üst düzey yöneticilerden biri olan William Schrader, NSF’in eylemlerinin “kamusal bir parkı K-mart marketine vermek” gibi olduğunu ifade etmişti. Ancak çözüm parkı korumak değil, onu birden fazla K-mart’a bölmekteydi.

Oturumlar, NSF’i ağın geleceğini tasarlamak için endüstrinin daha büyük rol alması üzere anlaşmaya zorladı. Tahmin edilebileceği gibi, bu daha hızlı ve derinlemesine bir özelleştirmeye yol açtı. NSF, NSFNET’i daha fazla tarafın çalıştırmasına izin verecek şekilde yeniden yapılandırmayı önceden de düşünmüştü.

1993 yılına gelindiğinde, NSF özel sektör girdilerine yanıt olarak NSFNET’i tamamen ortadan kaldırmaya yönelik daha da radikal bir adıma karar vermişti. Tek bir ulusal omurga yerine, hepsine ticari sağlayıcıların sahip olduğu ve onların işlettiği birkaç tane omurga olacaktı.

Sektör liderleri, yeniden tasarımın “eşit bir ticaret sahası” sağladığını iddia etti. Daha doğrusu, saha eğik kaldı ama birkaç oyuncuya daha açık oldu. İnternetin eski mimarisi tekelden (monopol) yana ise, yenisi de azel (oligopol) için özel olarak yapılmış olmalı.

Omurgayı işletmek için yeterli altyapı sağlayabilen çok sayıda şirket yoktu. Net olmak gerekirse, bu sayı beşten ibaretti. NSF, interneti rekabete açmıyordu; onu kenarda bekleyen küçük bir avuç şirkete aktarıyordu.

Şaşırtıcı bir şekilde, bu transfer koşulsuz gerçekleşti. Yeni internet omurgaları üzerinde federal bir denetim olmayacak ve ticari sağlayıcıların altyapılarını nasıl çalıştırdığını belirleyen hiçbir kural olmayacaktı.

Bununla birlikte NSFNET günlerinde olan, internet için kampüsleri ve diğer toplulukları birbirine bağlayan kar amacı gütmeyen bölgesel ağlar için de daha fazla maddi destek olmayacaktı. Bu ağlar kısa süre sonra kar amaçlı girişimler tarafından satın alındı veya iflas ettiler. 1995’te NSF, NSFNET’i sonlandırdı. Birkaç yıl içinde özelleştirme tamamlanmıştı.

İnternetin hızla özelleştirilmesi, sıfır muhalefet ve çok az tartışma yarattı. Wolff ise özelleştirmenin yolunu açarken, geniş bir ideolojik birlik çerçevesinde hareket ediyordu.

1990’ların serbest piyasa zaferi ve Bill Clinton’ın Demokratları ve Newt Gingrich’in Cumhuriyetçileri tarafından desteklenen yoğun ve düzensiz siyasi iklim, internetin tam anlamıyla özel mülkiyetini kaçınılmaz olarak kesinleştirdi.

Sovyetler Birliği’nin dağılması bu görüşü güçlendirmiş, Soğuk Savaş gereğince gelen daha sağlam bir kamu planlaması mantığı ortadan kalkmıştı. Son olarak, süreç boyunca özel sektör etkisinin derin oluşu, özelleştirmenin özel olarak aşırı bir biçim alacağını garantilemişti.

Özelleştirme sürecinde belki de en belirleyici faktör, bir alternatif talep eden örgütlü bir kampanyanın olmamasıydı. Böyle bir hareket, interneti tamamen özelleştirmeden yaygınlaştırmak için tasarlanmış bir dizi önlem önerebilirdi. Kar amacı gütmeyen bölgesel ağları terk etmek yerine, hükümet bunları genişletebilirdi.

Ticari omurga sağlayıcılarından alınan ücretlerle finanse edilen bu ağlar, hükümetin sosyal bir hak olarak Amerikalılara yüksek hızlı, düşük maliyetli internet erişimini garanti etmesini sağlardı. Bu arada, FCC de (Federal İletişim Kurumu) omurgaları düzenleyebilir, internet trafiğini taşımak için birbirlerine koydukları fiyatları belirleyebilir be bunları bir kamu hizmeti olarak denetleyebilirdi.

Ancak bu siyasetin bir kısmını yasalaştırmak bile halkın harekete geçmesini gerektirecekti ve internet 90’lı yılların başlarında henüz belirsiz bir konumdaydı, büyük ölçüde akademisyenler ve uzmanlarla sınırlıydı. Çoğu insanın varlığından bile haberdar olmadığı bir teknolojiyi demokratikleştirmek için bir ittifak yaratmak zordu.

Böyle bir manzarada özelleştirme öylesine bütün bir zafer kazandı ki neredeyse görünmez hale geldi ve kısa sürede dünyada devrim yaratacak teknolojide sessizce devrim yarattı.

Halkın Platformunu Geri Almak

Yirmi yıl sonra, internet muazzam bir şekilde büyümüş durumda; ancak temel altyapısının mülkiyeti çoğunlukla aynı düzende. 1995 yılında beş şirket internetin omurgasına sahipti. Bugün, Birleşik Devletler’de nasıl saydığınıza bağlı olarak yedi ila on iki büyük omurga sağlayıcısı var, daha çoğu da yurt dışında bulunuyor.

Uzun bir birleşme ve satın alma zinciri yeniden yapılanmaya ve markalaşmaya yol açarken, en büyük Amerikan şirketlerinin çoğunun AT&T, Cogent, Sprint ve Verizon gibi orijinal azellerle bağlantıları var.

Özelleştirme şartları, yerleşik şirketlerin pozisyonlarını korumalarını kolaylaştırdı. Birleşik bir internet oluşturmak için omurgaların birbirleriyle ve daha küçük sağlayıcılarla birbirine bağlı olması gerekir. Trafik, internetin bir bölümünden diğerine bu şekilde ilerler. Fakat hükümet interneti özelleştirirken hiçbir ara bağlantı politikası belirlemediği için omurgalar istedikleri herhangi bir düzenlemeyi değiştirebilir.

Genellikle, karşılıklı yarar sağladığından birbirlerinin ücretsiz olarak ara bağlantı kurmasına izin verirler, ancak trafik taşıyan daha küçük sağlayıcıları ücretlendirirler. Bu sözleşmeler sadece düzenlenmemiş değil, genellikle gizlidir de. Sessizlik anlaşmalarıyla kapalı kapılar ardında müzakere edilerek, internetin derin işleyişinin sadece büyük şirketler tarafından kontrol edilmesini sağlamaz; kamuoyunun gözünden gizlenmesini de sağlarlar.

Daha yakın zamanlarda, yeni güç yoğunlukları ortaya çıktı. Görece az insanın elinde tutulan internetin parçası yalnızca omurga değil. Bugün, yoğun saatlerde Amerikalı kullanıcılara akan verilerin yarısından fazlası yalnızca otuz şirketten geliyor, Netflix de özellikle bunun büyük bir yığınını işgal ediyor.

Benzer şekilde, Comcast, Verizon ve Time Warner Cable gibi Telekom ve kablo devleri, geniş bant pazarına hakim şirketler. Bu iki sektör, omurgayı atlayarak birbirlerinin ağlarına kısayollar oluşturarak internet mimarisini dönüştürdü. Netflix gibi içerik sağlayıcıları artık videolarını doğrudan Comcast gibi geniş bant sağlayıcılara yönlendirerek internetin bağırsaklarından geçen dolambaçlı yoldan kaçınıyor.

Bu anlaşmalar bir tartışma fırtınası başlattı ve Birleşik Devletler’de internet düzenlemesine yönelik ilk geçici adımların atılmasına yardımcı oldu. 2015 yılında FCC bugüne kadarki en güçlü kararını, internet servis sağlayıcılarının tüm verileri Netflix’ten veya bir başkasının bloğundan gelmesine bakılmaksızın aynı şekilde ele alınması ilkesi olan “internet tarafsızlığı” kararını açıkladı.

Pratikte, internetin mevcut yapısı göz önüne alındığında ağ tarafsızlığı imkansızdır. Ancak bir harekete geçirme çığlığı olarak, kamuoyunun dikkatini internetin kurumsal kontrolüne odakladı ve gerçek zaferler yaratmış oldu.

FCC kararı, geniş bant sağlayıcılarını ilk kez telekom düzenlemesine tabi kılan “ortak taşıyıcılar” olarak yeniden sınıflandırdı. Kurum aynı zamanda yeni yetkileri, geniş bant şirketlerinin belirli sitelere giden trafiği engellemesini, müşteri hızlarını yavaşlatmasını ve içerik sağlayıcılardan “ücretli önceliklendirme” kabul etmesini yasaklamak için kullanma sözü verdi.

FCC kararı iyi bir başlangıç ama yeterince ileri gitmiyor. Karar açıkça “kuralcı, sektör çapında ücret düzenlemesini reddediyor ve geniş bant sağlayıcılarını 1934 yılında geçirilen New Deal dönemi İletişim Yasası’nın hükümlerinin çoğundan muaf tutuyor.

Ayrıca internet omurgasını ihmal ederek geniş banda odaklanıyor. Ancak karar, özellikle FCC’nin uygulamasına ilişkin birçok detayı açıkta bırakması nedeniyle genişletebilecek bir boşluk.

Bir diğer gelecek vaat eden taraf ise belediyelerin geniş bantları. 2010 yılında, Chattanooga, Tennessee’deki şehre ait elektrik şirketi, sakinlere uygun fiyatlı ve yüksek hızlı internet satmaya başladı. Kısmen federal teşvik fonlarıyla oluşturulmuş bir fiber optik ağ kullanan hizmet, dünyadaki en yüksek ev interneti hızlarından birini sunuyor.

Geniş bant sektörü ise benzer deneyleri yasaklamak veya sınırlandırmak için eyalet yasama organlarında lobi yaparak güçlü bir karşılık verdi. Ancak Chattanooga modelinin başarısı, sosyalist belediye meclisi üyesi Kshama Sawant’ın uzun süredir bu fikri savunduğu Seattle da dahil olmak üzere diğer birçok şehirde belediye geniş bant hareketlerine ilham oluşturdu.

Bunlar küçük adımlar gibi görünebilir ancak özelleştirmeyi tersine çevirmek için bir halk hareketi inşa etme olasılığına işaret ediyorlar. Bu, yalnızca FCC gözetimi ve kamuya ait geniş bant hizmetleri için kışkırtmayı değil, aynı zamanda internet reformu etrafındaki söylemi değiştirmeyi de içeriyor.

İnternet “reformcuları” arasındaki en zarar verici takıntılardan biri, daha fazla rekabetin interneti daha demokratik yapacağı düşüncesidir. İnternetin çalışması için çok fazla altyapı gerekir. Eninde sonunda pazarın daha iyi sonuçlar elde etmek için devreye gireceği umuduyla bu büyük altyapıya sahip olan şirketleri daha küçük şirketlere bölme çabası, kamunun yanlış yönlendirilmesi anlamına geliyor.

İnternetin büyüklüğünden uzaklaşmaya çalışmak yerine, onu sahiplenmeli ve demokratik kontrolüne uğraşmalıyız. Bu da özel sağlayıcıların mümkün olduğu yerlerde kamuya açık alternatiflerle değiştirilmesi ve olmadığı yerlerde de onları düzenleme anlamına gelir.

İnternetin kablolarında ve protokollerinde, onu devasa boyutlarda şirket gücünün kontrol etmesini zorunlu tutan hiçbir şey yok. Bu siyasi bir tercih ve biz farklı bir tercih yapabiliriz.

Çeviri: Anıl Aksu

* Yazının orijinali, “The Internet Should Be a Public Good” başlığıyla 31 Ağustos 2016 tarihinde jacobinmag.com’da yayımlanmıştır. Tercüme Odası sayfasında yayımlanan içerikler, Devrim dergisinin yayın politikasıyla uyumlu olmak zorunda değildir.

Döviz ile destek olmak için Patreon üzerinden bağış yapabilirsiniz.
Türk Lirasıyla destek olmak için Kreosus üzerinden bağış yapabilirsiniz.
Devrim dergisini dijital ya da basılı olarak edinmek, abone olmak için Shopier’daki mağazamıza göz atabilirsiniz.
Ben Tarnoff
Author