“Küçük Şeyler güzel bir film olmasının yanı sıra insanlara yalnız değilsiniz duygusu veren bir film. Seyircinin kendi yaşadığı ya da yaşayabileceği durumları filmde görmesi yalnız olmadığı duygusunu veriyor.”
Devrim’in ilk sayısında Babamın Kanatları ve Küçük Şeyler filmlerinin senarist ve yönetmeni Kıvanç Sezer ile söyleştik. Filmlerinden bağımsız sinemanın olanaklarına, orta sınıf eleştirisinden dağıtım ağındaki adaletsizliklere bir dizi önemli konuya temas ettiğimiz bu dopdolu röportaj için Sezer’e teşekkür ediyoruz.
Röportajımıza klasik bir soruyla başlayalım. Küçük Şeyler’de işten atılan bir beyaz yakalının işten atıldıktan sonraki sürecini anlatıyorsunuz. Bu senaryoyu yazmak aklınıza nereden geldi?
Aslında Babamın Kanatları’nı yazmadan önce ben Küçük Şeyler’in sinopsisini yazmıştım. Evliliğe ve ilişkilere dair bir şey yapmak istiyordum. Bir adam işsiz kalır ve evdeki, hayatlarındaki dönüşümü görürüz, fakat onun bağlamını bulamamıştım. Konu ve yazar arasında olan içsel bir bağı kuramamıştım. Daha sonra Babamın Kanatları’nı yazarken fark ettim Küçük Şeyler’in senaryosunun nasıl bir şey olacağını.
Yani bu iki film arasında bir bağ kurma niyetiniz var mıydı? Yoksa bu kendiliğinden mi gerçekleşti? Üçüncü filminizde de yine benzer bir bağ görecek miyiz? Kimin hikayesini izleyeceğiz?
Bir bağ kurma niyetim vardı. Öncesinde de belirttiğim gibi Babamın Kanatları’nı yazarken geldi bu fikir. İşçiler ve işçilerin inşa ettiği binalardan ev alan insanlar arasında görünmez bir bağ olduğunu düşünüyorum. Hem trajik bir bağ bu hem de üretimin doğasından kaynaklanıyor. Yani bu binayı yapan insanlar, güvenlikli site yapımı bittikten sonra oranın içine bir daha giremiyor bile ama Babamın Kanatları filminde gördüğümüz üzere inşaat sürerken orası işçilerin alanıydı, orada yaşıyorlardı. Bu ikilemi düşününce Babamın Kanatları’nın senaryo aşamasında Küçük Şeyler’i de kafamda oturtmuş oldum. Hatta devamında bunun bir üçleme olması ve üçüncü filmde de müteahhitin hayatını anlatma fikri doğmuş oldu. Dolayısıyla aslında hepsini beraberce geliştirdiğim bir süreç oldu diyebilirim.
Küçük Şeyler’de kendini işi ile var eden bir adam görüyoruz. Hatta geçmişteki bir toplantıya da bizi götürüyor film, orada Onur büyük bir ilaç kartonunun içerisinden çıkıyor günün sonunda da işini nasıl kaybettiğini görüyoruz. İşini hayatının merkezine koyduğu halde bu kadar kolay bir şekilde işten atılmasını filmde nasıl konumlandırıyorsunuz?
Onur karakterinin şöyle bir durumu var, kendini işiyle tanımlıyor evet ancak yaptığı iş bir meslek değil. Yani müdürlük dediğimiz şey bir meslek değil, müdürlük bir statü, konum. Onur karakterini alsak bambaşka bir ülkeye koysak hayatını geçindiremez. Bu durumu da sahte bir pompalamayla, kendini işiyle var etmek olarak açıklamaya çalışıyor. Film sürecinde de aslında biz de bu açıklamanın bir tür safsata olduğunu görebiliyoruz. Bence Onur’un kendi işiyle kurduğu ilişkide, emek ile kurduğu ilişkide bir yabancılaşma var. Oysa Bahar karakteri doğrudan emeğinin karşılığını görüyor okul öncesi öğretmeni olarak, bir çocuğu eğitiyor ve onda değişim yaratıyor, bu da emeğinin sonucu. Onur’da ise birini işten çıkarmakla veya birinin performansını ölçmekle kendi işini kaybetmek arasında kaybolmuş bir karakter ve trajedisi de kendini bir çalışan ile değil kendini patronla özdeşleştirmesi; biz bir aileyiz, işimiz ailemiz söylemleri de ondan. Niye yani aslında, işimiz neden ailemiz olsun? Ne kadar saçma bir şey aslında.
Filmdeki diyaloglar çok güzel kurgulanmış. Özellikle Onur’un işten atıldıktan sonra Bahar ile birlikte ‘yeni bir yol ayrımı’ kutlaması yaptıktan sonra bindikleri taksideki diyaloglar dikkat çekiyor. Onur yaptığı işi geçinmek/yaşamak için yapmasının yanında toplumsal statü olarak da görüyor. Burada genel bir beyaz yakalı tanımı ve eleştirisi var diyebilir miyiz?
Diyebiliriz. Hem bir beyaz yakalı eleştirisi hem de genel bir orta sınıf eleştirisi yapmak istedim. Hatta mizahla beraber bu eleştiriyi etkili bir şekilde yedirmeye çalıştım diyebilirim.
Filmin maskotlarından Zebra ve sloganlarından biri olan ‘Filler Tepişirken Zebralar Ezilmesin’ nereden aklınıza geldi?
Süreç içerisinde aklıma geldi aslında tam olarak nasıl ya da ne zaman hatırlayamıyorum. Gerçekten de öyle oluyor çünkü, “Filler tepişirken çimenler eziliyor”a referansla bizim zebralar ya da başkalarının filmleri, zebraları, arada eziliyor. Dağıtım sürecinde böyle bir durumla karşı karşıya kalıyoruz çünkü. O süreç içerisinde aklıma geldi.
Film ilk haftaya 100 salonda girmesine rağmen sonrasına 4 salona düşünce özellikle sosyal medya üzerinden yurttaşların ve belli demokratik kurum/kuruluşların da katıldığı bir dayanışma ağı örgütlendi. Bu dayanışma hakkında ne düşünüyorsunuz, sizce bu dayanışma sonuç verdi mi?
Bu filmi dağıtırken bizim temel meselemiz filmin gişeden getireceği gelir değil, temel meselemiz filmi onu izlemek isteyen seyirciye adil bir şekilde ulaştırma meselesi. Burada bir adaletsizlik var. Salon tarafında var, dağıtımcılarda var, yapımcıların da belli baskıları oluyor, seyircilerin de bir tür tembelliği var. O sebeple bütün bu aşamalarda yaşadığımız sorunları bir şekilde dile getirdik. Bu filmi izlemek isteyen insanlar bu filme ulaşabilsin istedik. Filmler ilk haftasında, ikinci haftasında ortadan kaybolmasın istiyoruz. Biz bir taraftan da güzel bir iş yaptığımıza inanıyoruz, bütün gelen tepkiler de bu yönde, dolayısıyla insanlar güzel ve kendini bulabildiği bir filme neden sinemaların asıl merkezi olan sinema salonlarında ulaşmasın? Biz bunun mücadelesini vermeye çalışıyoruz. İnsanların da dayanışma göstermesi bizim için çok anlamlı, çok sevindirici. Yeniden bizi umutlandıran bir şey oldu.
Film uzun süre yapım için bütçe aradı, sonunda da sizin gibi genç bir meslektaşınız olan Tolga Karaçelik filmin yapımcılığını üstlendi. Genç yönetmenler arasında gelişen bu dayanışma kültürü hakkında ne söyleyebilirsiniz?
Bu dayanışma kültüründen ziyade kendi yorumumla bir tür yönetmen çeteleşmesi. Yani her grup kendi çetesini kuruyor ve kendi çetesiyle yollara dökülüyor. Bunun totalde bir dayanışma ağının henüz oluşmadığını düşünüyorum. Hala yönetmenler ve yapımcılar arasında çıkar çatışmalarının, kariyerizm dediğimiz meselenin durduğunu düşünüyorum. Fakat çete düzeyinde de olsa bazı grupların beraber üretim yapması her zaman için o ülke sinemasına katkıda bulunur. Dolayısıyla bu ‘çete’ dayanışmasını çok önemsiyorum. Bunu yapan başka ekipler de var, birbirlerinin filmlerine yapımcılık yapan başka yönetmenler de var. Bunun yaygınlaşması ve üretimin kendisine de heyecan verici bir boyut katacak noktaya evrilmesi lazım. Onun da nasıl olacağını göreceğiz ilerde.
Bağımsız sinemanın seyirciyle buluşmasının önündeki zorluklar neler, bu engeller nasıl aşılabilir?
Birincisi, en acil olarak örgütlenerek aşarız. Küçük Şeyler’de de öyle bir şey oluyor. Siz bir filmi 100 salondan 4 salona düşürürseniz biz de bir araya geliriz, biletleri alırız hatta kampanya oluştururuz. Kampanyalarda filmimizin biletinin fotoğrafını gönderene kitap hediye ediliyordu. Oldukça yaratıcı ve güzel bir fikir ve ilk defa duydum. Neticesinde örgütlenilmesi ve seyircinin takip ettiği, güzel olduğunu düşündüğü filmlere ilk haftadan giderek sahip çıkması gerekiyor. Uzun vadede de bence devlete ait ya da devletin desteklediği dolayısıyla piyasa tanrısına teslim olmayacak salonların artması gerekiyor. Şimdiki gidişat o yönde değil tabi, Emek Sineması’nın kapandığı bir süreçten geçtik, elimizde kalanlara da sahip çıkmamız gerekiyor.
Son olarak okuyucularımıza neler söylemek istersiniz?
Şunu eklemek istiyorum. Küçük Şeyler güzel bir film olmasının yanı sıra insanlara yalnız değilsiniz duygusu veren bir film. Seyircinin kendi yaşadığı ya da yaşayabileceği durumları filmde görmesi yalnız olmadığı duygusunu veriyor. Bunun da içinden geçtiğimiz süreçte önemli olduğunu düşünüyorum. Her gün daha da yalnızlaştıran bu sistem içerisinde özellikle. Biz de yalnız değiliz diyoruz seyirciye, o da bize yalnız değilsiniz diyorsa eğer filme en kısa zamanda, sinemada sahip çıkmasını istiyoruz.