28 Ocak günü Resmi Gazete’de yayımlanan atama kararı ile Adalet Bakanı’nın görevinden af talebinin kabul edildiğini öğrenmiş olduk. Konuya ilişkin çeşitli tartışmalar ve yorumlara şahit olduk. Tartışmanın kendisini toplumda yükselen adalet talebi ve bu adalet talebi karşısında söz konusu değişikliğin sonucuna odaklamayı tercih ediyoruz.
Öncelikle görevden alma usulüne özel bir dikkat çekmek istiyoruz. Hiçbir hukuki karşılığı olmayan “görevden af talebi” söyleminin Adalet Bakanı tarafından da devam ettirilmesinin hukuken kabul edilebilir bir yanı bulunmamaktadır. Kısaca açıklayarak ana konumuza dönmek isteriz. Anayasa’nın 104. ve 106. maddelerine göre bakanlar Cumhurbaşkanı tarafından atanır ve görevden alınır. Bu usulde af talebi hukuken istifa iken görevden af talebinin kabulü ise görevden almadır. Kendi yaptıkları Anayasa ve kurdukları Cumhurbaşkanlığı Sistemi’nin dahi usullerini çarpıtmaları, anayasasızlaştırma ve keyfiliğin tescilidir.
Konumuza dönecek olursak; Adalet Bakanı’nın neden görevden alındığı, aslında çok iyi bir insan olduğu ve bir takım talimatları yerine getirmediği için görevden alındığı, Süleyman Soylu ile olan kavgasını kaybettiği için bakanlık yapamayacağı gibi çeşitli manipülatif söylemler kısık sesle de olsa defalarca kez dile getirildi. Tersi yönden ise Bekir Bozdağ lehine özgül ağırlığı bulanan, çeşitli siyasal bağlantıları bulunması sebebiyle çeşitli gerekçelerin dile getirildiğini izledik.
Fakat tartışmayı buradan daha farklı bir noktaya çekmeyi gerekli görüyoruz. Bu sürecin ülkede eşitlik, geleceksizlik, ekonomik sorunlar kadar yakıcı hale gelen adaletsizlik yönünden nasıl bir sonuç doğuracağı bizler açısından önemli. Bu konuda hafıza tazelemenin faydalı olacağı düşüncesindeyiz. Bekir Bozdağ’ın Adalet Bakanı görevini ifa ederken gerçekleşen hadiselerden öne çıkanları beraber hatırlayalım:
- 17-25 Aralık sürecindeki yolsuzluklar soruşturulmazken,
- Rıza Sarraf ve etrafında bulunan suç ağı yargılanmazken,
- 15 Temmuz sonrası yapılan hukuk dışı yargılama ve uygulamalar esnasında,
- Cemaatler eliyle yargı ele geçirilirken,
- Cumhuriyet gazetesine yönelen terör isnadında,
- Çocuğun yaşta evlendirmelerle ilgili olarak “küçüğün de rızasıyla yapılmış işler” söylemiyle cinsel istismarı meşrulaştırdığında,
- Üniversitelerimizden hocalarımız hukuka aykırı bir şekilde ihraç edildiğinde,
Bekir Bozdağ Adalet bakanıydı. Düşüncesinde, söyleminde bir değişiklik olmaksızın yine Adalet Bakanı oldu. Adalet Bakanı olarak atanır atanmaz ise ilk yaptığı iş, “Cumhurbaşkanımızın adalet politikalarını hayata geçirmek için büyük bir çabayı ortaya koyacağız” demek oldu.
Hukukun ve adalet arayışının siyasetten ve bir partinin genel başkanın adalet anlayışından bağımsız olmadığını ortaya koyan bu cümleler açısından Bekir Bozdağ’a teşekkür etmemiz gerekir. Yıllardır sahada, akademik alanda ve çeşitli tartışmalar içerisinde dünyayı anlamada hukuki bakış açısıyla sınırlı kalınmasını eleştiren hukukçuları haklı çıkarmış oldu. Şöyle açıklayalım;
Burjuva devrimleri ile gökten gelen meşruluk anlayışı yeryüzüne indirilmiş ve yönetim biçimlerinin meşruluk aracı hukuk olmuştur. Başka bir değişle iktisadi ve toplumsal ilişkiler tanrısal iradenin bir yansıması olmaktan çıkarılmış, kuruculuk rolü hukuk ve devlete atfedilmiştir. Bu durum ilgili dönemde bir ilerlemeye işaret etse de, günümüzde üretim ilişkilerinin temelini oluşturduğu eşitsizliği gizleme amacıyla kullanılmaktadır.
Yurttaşlarımıza görünürde soyut kavramlarla yaratılmış bir hukuk dünyası ve eşitlik anlayışı sunularak gerçekte olanın gizlenmesinin aracına dönüşen hukuk, liberal düşüncenin etkisiyle siyaset dışında ve siyasetten etkilenemez bir alan olarak tarif edilmeye çalışılmıştır. Hukukun bağımsızlığı algısı, toplumda bir güven yaratarak “Ankara’da hakimler var” sözü ile yürümekte olan sistemin meşruluk kaynaklarından biri olarak hukuka işaret etmekteydi. Ama artık herkes tarafından bilinen bir gerçek, Ankara’da hakimlerin var olup olmamasının özel anlam taşımadığıdır. Adalet sisteminde yaratılan tahribat o kadar ağırlaşmıştır ki, tekil olarak hukukçuların yapabilecekleri sınırlı hale gelmiştir. Nitekim hukukta ısrar eden kişilerin kritik kararlarda yer alamaması için usul ve yasaya aykırı olarak seyyar yargıçlık müessesi inşa edilmiştir.
Artık maske düşmüştür. Hukukun görünürde olan hali, yıllardır çeşitli uğraklarda dile getirilen ve hukukun siyasal, iktisadi ve toplumsal alanın inşasında kullanılan bir araç olma hali en üst merciler tarafından açıkça kabul edilmektedir. Adalet talebi de bu sebeple tek başına hukuksal mücadelenin değil, asli olarak siyasal alanın konusudur.
Yanlış anlaşılmaya mahal vermemek için açık bir şekilde ifade etmekte yarar görüyoruz. Söz konusu çıkarımlar hukuk mücadelesinin kendisini değersizleştirmemekte, aksine konumlanacağı alanı tarif etmektedir. Başka bir deyişle hukuk mücadelesi bir bütünün parçası olduğu anda değer kazanacaktır. Bu haliyle sorun tek başına hukuki düzlemde değil, iktisadi ve toplumsal düzeyde ele alınarak kapsamlı bir mücadele programının parçası haline getirilmelidir.
Başta sorduğumuz ve belirli çıkarımlarla aktarmaya çalıştığımız cevabı kısaltalım. AKP iktidarı ve onun bakan değişikliği adalet talebinin karşılanması açısından olumlu bir sonuç doğuramaz. AKP iktidarının yurttaşlık kategorisini yok ettiği, ülkemizin anayasal normlarına dahi uymadığı, hukuksuzluğu olağanlaştırdığı bu tabloda hukukun yurttaşlara sağladığı araçlar iktidara karşı silah olarak kullanılmalıdır.